Hoşgeldiniz! Kontrol panelinize erişmek için;
GİRİŞ YAPIN veya ÜYE OLUN

Bugün
22.12.2024 04:52:41

Yazılar Arşivinde Arayın:

Ziyaretçilerimize duyrulur / Artık sizde yazılarınızı yorumlarınızı yayınlayabileceksiniz, sitemize ücretsiz üye olarak sizlerde yazılarınızı paylaşabilirsiniz göstereceğiniz ilgiden dolayı teşekkür ederiz |

Kelebek |

1929 EKONOMİK BUNALIMI

Hacmi, kapsama alanı ve süreci itibariyle modern dünyanın en ağır ekonomik buhranı 1929 Krizidir. Mali piyasalarda başgösteren bir büyük panik, haftalar içinde reel sektöre yansıdı. Zengin, fakir, yaşlı, genç demeden herkesi ama herkesi on yılı aşkın bir süreyle perişan eden ekonomik çöküntüyü tetikledi. Amerikanın çehresi değişti.

Oysa, ekonomi çok iyi gidiyordu. Amerikalılar, Birinci Dünya Savaşının acılarını geride bırakmışlar, yeniden yapılanmaya girişmişlerdi. Başdöndürücü bir teknoloji ve üretim patlaması yaşıyorlardı. Otomotivden, enerjiye kadar akla gelebilecek her sektörden her gün yeni bir buluşun haberi geliyordu. Sanayiciler kazançlarını yeni fabrikalara, yeni makinalara, yeni işçilere yatırıyorlardı. Ücretler artıyordu, tüketim artıyordu. Borsa devamlı yükseliyordu. İyimser olmamak, geleceğe güven duymamak için hiçbir neden yoktu.

1920li yıllar tarihe Amerikalıların en yaratıcı yılları olarak geçti. “Kükreyen Yirmiler” diye bir de isim takmışlardı. “Kükreme” sadece müthiş bir hızla büyüyen ekonomilerini değil, radikal bir biçimde değişen yaşam biçimlerini de anlatıyordu.

Ve seri üretim. “Kükreyen Yirmiler”in en önemli buluşlarından birisi de seri üretimdi. Ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford’un bu müthiş buluşu sayesinde üretim katladı. Ülkedeki otomobil sayısı kısa sürede altı milyondan yirmiyedi milyona yükseldi. Otomobil fiyatları düştü. Henry Ford, devrim niteliğinde bir çıkış daha yaptı, işçi ücretlerini günde beş dolar gibi görülmedik seviyeye çıkardı. Ve tarihte ilk kez işçiler kendi ürettikleri otomobilleri satın alacak parayı kazanır oldular! Yine tarihte ilk kez “yıllık izin” kavramı gündeme geldi. O zamana kadar zenginlere özgü bir ayrıcalık olan seyahat de “demokratikleşti.” Amerikalılar ülkelerinin tatil cennetlerine akmaya başlayınca bu defa turizm sektörü ihya oldu. Arsa fiyatları fırladı, özellikle de Florida’da gayri menkûl spekülasyonu görülmedik boyutlara ulaştı. Bataklıklar bile müşteri buluyordu.

Borsa iyi kazandırıyordu, insanların ceplerinde paraları vardı, kendilerini eğlenceye vurdular. İçki yasağına rağmen gece kulüpleri adam almıyor, dönemin en sevilen dansı Çarliston maratonları sabahlara kadar sürüyordu.

Willa Carter, Gerald Fitzgerald, Ernest Hemingway Amerika’nın en iyi edebiyat ürünlerini verdiler. Time ve Readers’ Digest dergileri tiraj patlamaları yaptılar. New York Times Amerika’nın en saygın gazetesi olma onuruna erişti. Yaşam ortalaması 55’den 60’a çıktı. Lise mezunlarının sayısı ikiye katladı. Dünyada ilk kez yemek karın doyurma kavramını aştı, “sanat” telâkki edilmeye başladı.

Albert Einstein’ın sayesinde Kâinat’ın tanımı bile değişti!

Çöküş öngörülebilir miydi?! Bugün olsa, belki. Ama Yirmili Yılların hakim ekonomi anlayışı, “Laissez-faire” anlayışıydı.

“Laissez-faire,” devletin elini ekonomiden tamamen çekmesini öğütleyen bir ekonomi terimi. Onsekizinci yüzyıldan kalma. “Müdahale etmeyin, rahat bırakın!” anlamına geliyor. Bu anlayışa göre, ekonominin kendisine has iç-dinamikleri vardır. Bu iç-dinamikler, “gizli bir el” gibi hareket eder, ekonomiyi düzenlerler. Devlet müdahalesi iç-dinamikleri altüst edeceğinden, siyasiler ekonomiden uzak durmalı, ekonomik aktörleri rahat bırakmalıdır ki, işlerini görebilsinler.

Başkan Calvin Coolridge’in - sadece onun da değil, o dönem dünya liderlerinin hemen tümünün - yönetim anlayışı ekonomiyi rahat bırakmak şeklindeydi. Aslında politikacılar olsun, ekonomi bürokratları olsun birşeylerin iyi gitmediğinin farkındaydılar. Örneğin, 1923-29 yılları arasında, günde iki banka batıyordu. Borsadaki yükselişin anormal olduğunu, kağıt fiyatlarının aşırı yükseldiğini iddia edenler vardı. Hatta, kredili kağıt alımlarının paniğe yol açmadan kısıtlanması gereği üzerinde konuşulduğu oldu. Ama ne Başkan ne de Amerikan Merkez Bankacılık Sistemi’nin ekonomistleri müdahaleye cesaret edebildiler. Borsa çöker de kabahat başlarına kalırsa diye ürküyorlardı. “İnşallah iyi olur,” diyerekten, seyretmeyi sürdürdüler.

İyi olmadı. Amerikalılar, çabuk ve kolay para yapmanın esrikliği içinde, başını sonunu pek fazla düşünmek istemeden spekülasyonu sürdürdüler. Bizim Kastelli olayında yaşadıklarımızı anımsatır bir biçimde, neleri var neleri yok borsaya yatıranlar oldu. Kimileri evlerini ipotek etti, kâğıda yatırdı. Kimileri banka mevduatlarını çekti, kağıda yatırdı. Parası yetmeyen, kredi ile kâğıt aldı. Küçük bir avans, yüzde on kadar, veriyorlar, taksitle ödemek kaydıyla kâğıt alıyorlardı. Dahası, aldıkları bu kâğıtları teminat gösterip, yeniden borçlanabiliyorlardı. Öyle ki, borsa, spekülâtif bir piramide dönüştü. Borsaya yatırılmış gibi duran para, aslında orada değildi.

Dow-Jones Sanayi Ortalaması, bir düzine sanayi kuruluşunun New York Borsasında eldeğiştiren hisse senetlerinin ağırlıklı ortalama değeridir. Borsa hareketleri, 1896 yılında Charles Dow adlı bir adamın geliştirdiği bu yöntemle saptanır. 1928 yılının başlarında Dow-Jones Ortalaması 191’di, 1929 Eylül’ünde 382. Tam iki katı. 1928 Haziran’ında kredi ile alınan hisse senetlerinin değeri 5 milyon dolardı, 1929 Eylül’ünde 850 milyon dolar oldu. Aynı aylarda, fiyat/kazanç oranı 10’dan 20’ye fırladı ve daha da yükselmesi bekleniyordu.

John Kenneth Galbraith, 1929 Krizini anlattığı mükemmel kitabında 2 Eylül 1929, Cumartesi gününün cehennem kadar sıcak bir gün olduğunu kaydediyor. O akşamüstü denizden dönenler yolları tıkamışlar, New York şehri istikametinde kilometrelerce kuyruk oluşmuş. Bir dolu insan otomobillerini olduğu yerde bırakmak, şehre trenle dönmek zorunda kalmış. Pazar günü, hava daha da sıcakmış, insanlar evlerine kapanmış, radyodan beyzbol maçlarını dinlemişler. Sonra ne olmuşsa olmuş, o sakin, tembel hafta sonu tatilinin ardından borsadaki kükreme durmuş. Tarih 3 Ekim 1929 Pazartesi. Salı kayda değer bir gelişme olmamış. Çarşamba, sadece birkaç büyük şirketin hisse senetleri düşmüş.

5 Eylül Perşembe günü Yıllık Ulusal İş Konferansının yapıldığı günmüş, Roger W. Babson kürsüye çıkmış,

“Borsanın çökmesi kaçınılmaz,” demiş, “Ve sonuçları çok kötü olabilir!”

Roger W. Babson, kim? Roger W. Babson, MIT mezunu bir inşaat mühendisi. Massachusetts eyaletinde gerçekleştirdiği çok sayıda otoban projeleri var. 1898’de meslek değiştirmeye karar veriyor. Aynı yıl Boston’da bir yatırım şirketine giriyor. Menkul kıymetler, sermaye hisseleri, bonolar derken kendi işini kuruyor. Buradan tüm yatırımcılara hizmet veren iş istatistikleri toplama ve yayınlama işine girişiyor. 1904’de o ve eşi, Babson’un İstatistik Organizasyon’u adlı bir şirket kuruyorlar. Şirket, bugün halen Babson Birleşik Yatırım Raporlama adı altında hizmet veriyor. Kenneth Galbraith’e göre, adam eğitimci, felsefeci, istatistikçi, iktisatçı, fizikçi, eğitimci. Müthiş bir öngörüsü olduğu belli zira, 1929 Krizini ve onu izleyen Büyük Çöküşü ilk tahmin eden finans uzmanı o.

Babson, sözlerine devamla “Fabrikalar kapanacak, insanlar işten atılacaklar,” diyor, “Bir kısır döngü oluşacak ve ciddi bir çöküntüyle sonuçlanacak.”

Sözleri soğuk duş etkisi yapmakla beraber, yeterince önemsenmediği gibi, New York Borsası yetkilileri hemen onu yalanlayan ve “Wellesley kâhini” diye alay eden bir yazı yayınlıyorlar. Ciddiye alınmaması gerektiğini, bir adam keyfi bir tahminde bulundu diye insanların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarının akıl kârı olmadığını söylüyorlar. Yetkili ağızlardan gelen bu güvence yatırımcıları rahatlatıyor. Sükûnet avdet ediyor. Ama fırtınadan önceki sükûnet gibi bir sükûnet bu ve sadece bir iki hafta sürüyor. Sonra insanlar önceleri yavaş yavaş, sonra daha hızlı satmaya başlıyorlar.

21 Ekim 1929 Pazartesi günü sabahı yabancı yatırımcıların, Hollandalıların ve Almanların, kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla başladı. İzleyen üç gün içinde Dow Jones Sanayi Ortalaması 382’den 299’a düştü.

“Kükreyen ‘20li Yılların” sonu, Büyük Çöküşün başlangıcı, Kara Perşembe. New York Borsası 24 Ekim 1929 Perşembe günü dibe vurdu. İnsanlar kağıtlarını satmaya çalıştıkça fiyatlar düştü. Günün sonunda borsa 4 milyar dolar kaybetmişti - yetmiş yıl öncesinin dört milyarı!

Borsa çalışanları o gece sabahladılar, araya hafta sonu tatili girdi. Olup bitenin ciddiyeti ancak pazartesi sabahı anlaşılmaya başladı. 29 Ekim Pazartesi sabahı borsa açıldığından birkaç saat sonra fiyatlar bir yıl öncesinin kârını sıfırlayacak kadar düştü. Dow Jones Sanayi Ortalaması 230’a indi.

Panik malûm insandan insana sirayet eden çok güçlü korkuyu ifade eder. New York Borsasının çöküşü insanları paniğe sürükledi. Binlerce insan, büyük spekülatörler değil, küçük tasarruf sahipleri, sıradan insanlar, perişan oldular. Daha da kötüsü, topladıkları mevduatla borsa oynayan bankalar da ardarda batmaya başladılar. 4000 banka, mudiler veznedara yaklaşıp paralarını kurtarmak için birbirlerini çiğnerlerken battı.

Bugün buradan baktığımızda bankaların mudilerinin parası ile borsada spekülasyona kalkışmış olmalarını anlamak güç. Ama öyle oldu çünkü o yıllarda Amerika Birleşik Devletlerinde bankacılık yasaları geliştirilmemişti. Meselâ, bir bankanın kaç dolar sermaye ile açılabileceği ya da rezervlerinin ne kadarını kredi olarak verebileceğini belirleyen yasalar yoktu. Günümüzün kıstaslarına göre değerlendirdiğimizde çoğu bankaların daha kuruldukları gün müflis olduklarını görebiliyoruz. Ne ki, zamanın yöneticilerinin gerekli önlemleri alabilecek tecrübeleri yoktu.

Bankalar, aracı kurumlar, fabrikalar, ticarethaneler, derken batış bir girdapa dönüştü. O yılın sonunda Amerikan ekonomisinden 30 milyar dolar buharlaştı. Kimsenin cebine girmedi -kimseyi zengin etmedi, sadece buharlaştı!

BÜYÜK ÇÖKÜŞ

Tek başına alındığında borsanın çöküşü ekonomiyi çökertmeye yetmemeliydi. Ancak, borsa Amerikan ekonomisinin sağlığının en iyi işareti olarak algılanıyordu. Çöküşü insanları derin bir güvensizliğe, derin bir öfkeye sürükledi. Kimi hükümeti, kimi, Amerikan Merkez Bankacılık Sistemini beceriksizlikle suçladı. Kimi, başta Başkan Hoover olmak üzere, devlet yetkililerinin yerli yersiz konuşmalarının piyasaları altüst ettiğini iddia etti. Diğerleri Amerika’ya hakim olan genel kanunsuzluk havasının borsaya da bulaştığını söyledi. Olanlara finans çevreleri ile işbirliği yapan ahlâksız politikacıların başta içerden haber alarak gerçekleştirdikleri işlemler olmak üzere, bir dolu kanunsuz icraatlarının neden olduğu iddia edildi. Kimi de olan bitenden kredili satışları sorumlu tuttu. Suçun tek başına şunda ya da bunda olmadığı ancak zaman içinde anlaşıldı.

Ortalık yatıştıktan yıllar sonra yapılan araştırmalar gösterdi ki, meselâ, yolsuzluk ve yasa dışı işler var olmasına vardılar, ama sanıldıkları kadar çok ve belirleyici değildiler. Aynı şekilde kredili satışlar da olayın nedenini açıklayacak boyutlarda değildi. Buna karşın, yatırımcıları sahtekarlıktan koruyacak yasaların olmadığı da bir vakıaydı. Meselâ, şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar olmadığı için, yatırımcı senedini aldığı firmanın iddia ettiği kadar sağlam olup olmadığını bilemezdi. Kısaca SEC diye bilinen Menkul Kıymetler Alımsatım Komisyonu, Kriz’den sonra kuruldu. Ticari bankaları, yatırım bankalarından ayıran Glass-Steagall yasası da Kriz’den sonra geldi. Ama Badel harab-ül Basra. Basra harab olduktan sonra.

1929 Krizi Amerikan halkını fiziksel ve ruhsal olarak yaraladı. İşten atılma korkusu derin tedirginliğe neden olurken, işlerini kaybeden erkekler - bir tahmine göre 17 milyon aile reisi - deprasyona girdi. 1929-1939 yılları arasında çok sayıda intihar girişimi oldu. Binlerce insan düpedüz aç kaldı. Bulabildikleri arsalarda sebze yetiştirmeye, kırsal alanda toplandıkları böğürtlen, kuş üzümü gibi meyvelerle beslenmeye çalıştılar. Arazileri olanlar, “yardım bahçesi”/relief garden” diye isim taktıkları bostanlar ektiler. Kimsede para olmadığı için ürünlerini başka ihtiyaç maddeleriyle takas ederek hayatta kalmaya çalıştılar. New York, tezgâhlarında elma, ayva gibi meyvalar satan yoksul işportacılarla doldu. Çocuklar kötü beslenmenin, ilaç eksikliğinin sonuçlarını ömürleri boyunca çektiler. Birden fazla ailenin birlikte oturmak zorunda kaldıkları evler gettoya döndü. Evlilikler azaldı - ama boşanmalar da öyle, çünkü insanların gidip oturabilecekleri ev yoktu. On yıl içinde Amerika’nın çehresi değişti.

Büyük Çöküntü’yü ve izleyen trajediyi kimse John Steinbeck kadar iyi nakletmedi. Steinbeck’in 1939’da çıkan Gazap Üzümleri adlı romanı yürek burkan bir sosyal protestoydu. Büyük yazar, Kaliforniyalı arazi sahiplerinin ve bankaların göçmen işçilerin açlıktan kırılmalarına neden olan tutumlarını hikâye ediyor, birşeyler yapılması için adeta yakarıyordu.

Büyük Çöküntü’nün nedenleri hakkında, yüzbinlerce tez, tebliğ, kitap yazıldı. Dönemin psikolojisi, sosyolojisi, ekonomisi, hukuk sistemi araştırıldı. Çöküntünün nedenleri, alınabilmesi mümkün iken alınamayan önlemler tartışıldı. Kütüphaneler dolusu bu çalışmaların üzerinde birleştiği beş-altı ortak nokta var: 1) Gelir Dağılımı Dengesizliği, 2) Şirketlerin Mali Durumları Arasındaki Dengesizlik, 3) Bankaların Yapılanmalarındaki Bozukluk, 4) Dış Ödemeler Dengesindeki Bozukluk, 5) Ekonomi Yönetiminde Tecrübesizlik, 6) Parada Altın Standardında Israr.

Görüldü ki, ücretlerdeki artışa karşın, Kükreyen Yirmilerde gelir dağılımı adamakıllı bozuktu: Ulusal geliri bir piramit gibi düşünürsek, en yukardaki %1, en aşağıdaki %11’in kazandığının tam 650 katı para kazanıyordu. Bu ülke servetinin az sayıda kişinin elinde toplanması demek. Bu durumun ülke ekonomisi açısından anlamı, iktisadi faaliyetin az sayıdaki zenginlerin lüks tüketimi ve yatırımları üzerine kurulmuş olup, her an değişebilir olmasıdır. Lüks tüketim ve geleceğe dönük yatırım, gıda gibi, barınak gibi olmazsa olmaz yaşam unsurları değildir insanın. En ufak bir provokasyonda lüks harcamalardan da yatırımlardan da kolayca vazgeçilir. Nitekim, New York Borsası çökünce sadece lüks tüketim değil, yatırımlar harcamaları ve bunların üzerine bina edilen ulusal ekonomi durdu.

İkincisi, Amerika’nın en zenginleriyle en yoksulları arasında 650 misli gibi bir fark olduğu gibi, Amerikan şirketlerinin mali güçleri arasında da büyük farklılıklar vardı. 1870li yıllardan itibaren holdingler ve karteller halinde birleşen küçük şirketler, Birinci Dünya Savaşı sıralarında tekeller oluşturmuşlardı. 1929’a gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50sini 200 holding kontrol ediyordu. Bunun anlamı, tek birinin iflâsı halinde koca bir ekonominin sarsılmasıydı.

Bankalar kötü yapılanmışlardı. ‘20li yıllarda Amerika’da günde 4-5 banka açılıyordu. Bunların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. 1923-1929 arasın günde iki bankanın batıyor olmasının endişeye neden olmamasının başlıca nedeni ekonominin iyi gitmesiydi. Ne zaman ki işler bozuldu, banka iflaslarının vakayı adiye olarak görülmemesi gereği ortaya çıktı.

Dördüncüsü, Birinci Dünya Savaşına kadar Amerika, Avrupa’ya borçlu bir ülkeydi. Birinci Dünya Savaşından sonra, savaşın hem galiplerinden, hem de mağluplarından alacaklarını tahsil etmeye çalışan, “alacaklı” ülke oldu. Herbert Hoover başkanlığındaki Amerikan hükümeti, borçlarını altın olarak tahsil etmek konusunda ısrarlıydılar. Ancak, hem dünya altın stoğu yetersizdi, hem de bu yetersiz altın stoğunu kontrol eden Amerikan’ın kendisiydi! Baştaki Cumhuriyetçi Hükümet, yabancı malların Amerikan piyasasını işgal edecekleri endişesiyle, Avrupa devletlerinin borçlarını mal ya da hizmet olarak ödemelerini de kabul etmedi. Amerikan sanayini gümrük duvarları ile koruma yolunu seçti ama dış ticareti küçülttü. Böylece, Amerika ne borçlarını tahsil edebildi, ne de borçlu ülkelere mal satabildi.

Beşincisi, ekonomi yönetiminde tecrübesizlik. ’20 yıllarda Amerikan politikacılarının ve ekonomistlerinin büyük çoğunluğu, liberal ekonominin, en iyi ekonomik sistem olduğuna inanırlardı. “Laissez-faire”/ “Müdahale etmeyin, rahat bırakın!” politikasını benimsemişlerdi. ’29 Krizi, ekonominin kendi yolunu bulmasını beklemenin toplumsal maliyetinin kaldıralımayacak büyük olabileceğini gösterdi.

Başkan Hoover, müdahale etmesi gerektiğine karar verdiğinde hem çok geçti, hem de nereye nasıl müdahale edeceği konusunda tecrübesizdi. Örneğin, ekonomiyi ayağa kaldırmanın yolunun devlet bütçesinin dengelenmesinden geçtiğine karar verdi. Devlet harcamalarını kıstı, vergileri arttırdı. Bu defa da işsizlik büsbütün yükseldi. İşsizlik yükselince, insanların satın alma gücü azaldı. Fiyatlar düşmeye başladı. Hoover, işadamlarından işçi çıkarmamalarını, daha az kâra razı olup, üretime devam etmelerini istedi. Bu da mümkün olmadı, çünkü adamlar mallarını satamaz hale gelmişlerdi.

Amerikan hükümetinin ekonomi yönetimindeki tecrübesizliğinin bir diğer göstergesi, altın esasında kalma ısrarıydı. Altın esası dediğimiz, kağıt paranın değerini belirli bir miktar altına bağlamak, insanların kağıt paralarını istedikleri anda altınla takas edebileceklerini garanti etmek demektir. Ulusal ekonomi bağlamında, bu uygulama hazinede ne kadar altın varsa, tedavülde de o kadar para olacak anlamındadır. Sıkı para politikası. Hükümet, altına bağlı olmayan para basmayı, paranın değerini düşürmeyi reddetti. Piyasada para olmayınca ekonomik faaliyet mümkün olmadı. Sıkı para politikası ve izleyen faiz artışı reel sektörün daha da küçülmesine neden oldu. 1929-1933 arası üretim yarı yarıya düştü, işsizlik daha da arttı. Gelir hızla azalırken, fiyatlar yüzde otuz düştü.

Bugün buradan bakınca görülüyor ki, Başkan Hoover yapacağı en iyi şey, altın esasından vazgeçip, para arzını arttırmak, piyasaları rahatlatmakmış. Para arzını arttırsaymış, ekonomi canlanma yoluna girebilirmiş. Ama bilemedi. Dediğimiz gibi ne politikacıların ne de ekonomistlerin bu işlerde yeterli deneyimi vardı. Krizin Amerikan ekonomisinin yapılanma biçiminden doğduğunu göremediler. Meselâ, işsizliği yenmek için Amerikan sanayinin korunması gerektiğini düşünüyorlardı. Bunun için gümrük duvarlarını yükselten bir yasa çıkarttılar. Avrupalılar anında aynen karşılık verince, iç piyasada satamayan Amerikan sanayicileri ihracaat da yapamaz oldular.

Hoover’dan sonra başa gelen Franklin D. Roosevelt, farklı bir kişilikti. Dindar bir adamdı. Zenginle fakirin arasındaki uçurumdan içtenlikle rahatsızdı. Birşeylerin mutlaka değişmesi gerektiğine inanıyordu. Pragmatikti. Değişimden, çözümler denemekten korkmadı. Çok yaratıcı bir adam olmadığı, bunun kendisi tarafından da bilindiği söylenir. Eksiğini telafi etmek için, etrafına nitelikli entellektüelleri ve birinci sınıf iş adamlarını topladı. “Beyin Tröstü” denilen bir grup oluşturdu. İcraatın içinden diye bildiğimiz programlarının mucidi Başkan Roosevelt’tir. Her hafta radyoya çıkar, yapılanları anlatır, halkın güven tazelemeye çalışırdı.

Roosevelt, 1932’de oyların yüzde 57.4’ünü alarak başa geldi. İlk 100 günde ekonomiyi canlandıracak, istihdamı arttıracak bir dizi programı uygulamaya koydu. Bu program paketine “New Deal” denildi - “Kartları yeniden dağıtmak” anlamında. İyi bir isimdi, çünkü ekonomide kartlar yeniden dağılacaktı, Amerika’nın buna ihtiyacı vardı.

Roosevelt iktidarı, birincisi, işsizlik sorununun acil çözümüne ilişkin önlemlerin uygulamaya konulduğu 1933-1935 yılları, ikincisi yapısal reformların yapıldığı 1935-1937 yılları olmak üzere, iki etapta değerlendirilir. Bunların ilkine, İlk 100 gün, ikincisine de İkinci 100 gün denir.

İlk 100 günün, ilk icraatı icraatı, Hükümete bankaları denetleme hakkı tanıyan Acil Bankacılık Yasası’nın çıkarılması oldu. Yasayı “ulusal banka bayramı”nın ilânı izledi. On gün süren bu sözde bayramda, ülkedeki tüm bankalar tatile çıktılar. Federal hesap uzmanları kapalı bankalara daldılar, hesaplarını teker teker incelediler. Bayram sona erdiğinde, bankaların üçte biri açılmadı. Sağlıksız olduklarına karar verilmişti.

Aynı günlerde kurulan Mevduat Sigorta Şirketi, 5000 dolara kadar mevduatı devlet güvencesi altına aldı. Böylece bankalara duyulan güvensizlik ortadan kalktı.

Daha sonra 1933 ve 1934 yıllarında çıkarılan iki yasa ile borsaya ayrıntılı kurallar getirildi. Federal Menkul Kıymetler Yasası ve Federal Menkul Kıymetler Alımsatım Komisyonu, satışa sunulan hisse senetlerine ilişkin tüm bilgilerin açıklanması gerekliliğini dayattı. Borsa zaptırapt altına alınırken, kredi ile hisse senedi almaya kısıtlamalar getirildi.  

KARTLAR YENİDEN DAĞITILIYOR

Bundan sonra alınan kararların tümü ekonomiyi canlandırmak, üretimi teşvik etmek amacını güttü. Örneğin, Federal İskan İdaresi, çiftçilerin ve ev sahiplerinin ipotek borçlarına kefil olurken, Federal Acil Yardım İdaresi yardım fonlarını yerel idarelere devretti. Sivil Çevre Koruma Birlikleri adındaki kuruluş 2,5 milyon Amerikan gencini askeri bir disiplin altında topladı, ülkenin ormanlarını, parklarını düzenlemek üzere istihdam etti. Günde bir dolara.

Tennessee Vadisi İdaresi, Roosevelt’in en parlak fikirlerinden birisiydi. Başkan, Kongre’den, ‘Hükümetin tüm yetkilerini haiz ancak özel şirketlerin esnekliğini ve girişimciliğini taşıyacak bir şirket’ kurulmasını istedi. Amerikanın en yoksul eyaletlerinden Tennessee nehri üzerine inşa edilen bir dizi hidroelektrik santralı bölgenin yoksul köylülerine iş imkânı sağladı ayrıca selleri kontrol altında aldı. Bu proje uzun yıllar devam etti.

Çiftçilerin tarlada kalan ürünlerinden doğan zararlarını karşılamak, tarım ürünlerinin fiyatını yükseltmek için Tarım Yeniden Ayarlama Yasası diye bilinen bir yasa çıkarıldı. Ekicilere ekonomik olmayan ürünleri ekmemeleri , ekonomik hayvanları beslememeleri için ödeme yapma imkanı sağladı. Fakat bu uygulama tam bir rezalete dönüştü - çünkü çiftçiler hayvanlarını öldürmeye, ekinlerini yakmaya koyuldular. Amaç, ürün fiyatlarını yükseltmek, çiftçiyi ayağa kaldırmaktı ama onca açlık içinde tam bir fiyasko oldu. Daha sonraları anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırıldı.

New Deal’in aldığı önlemlerin en yaratıcılarından bir diğeri de Ulusal Sanayii Kurtarma Yasası’dır. Kısaca NİRA diye bilinen bu yasa iki dev proje içeriyordu. Birincisi, devasa bir altyapı inşaatı girişimi, ikincisi Amerikan iş hayatına kurallar getiren, haksız rekabeti önleyen karmaşık bir program. Programı Ulusal Kurtarma İdaresi yürürlüğe koydu. Her bir sektör için rekabeti mümkün kılacak kurallar getirdi.

Büyük bir gayretle çalışılıyor olmasına karşın, ekonominin kısa sürede düze çıkmasının bir hayal olduğu ortaya çıktı. Daha da kötüsü, ironik olanı diyelim, can havliyle çıkarılan yasaların çoğunu Amerikan Yüksek Mahkemesi anayasaya aykırı bularak iptal etti. İnsanların bir kez daha nevri döndü. Roosevelt’in popüleritesi azalmaya başladı.

Durumu kurtarmak isteyen hükümet tekrar atağa kalktı, liberalizmi şiar edinmiş bir ulusun yöneticileri için hayli şaşırtıcı “sosyal adalet” söylemiyle, işçi sınıfını arkasına aldı. İkinci New Deal denilen bir dizi program daha önerdi!

1935’den itibaren yürürlüğe konulan yeni programlar, hemen tümüyle işçi sınıfının koşullarının iyileştirilmeye yönelikti. O kadar ki, Başkan Roosevelt, sınıf ayırımcılığını körüklemekle itham edildi.

Varlık Vergisi (Wealth Tax Act) vergilerini arttırdığı için zenginleri, su-elektrik gibi kamu hizmetleri üreticilerine sıkı düzenlemeler getiren yasa sanayicileri küstürdü. İşverenler toplu sözleşmelerin devlet gözetimi altına yapılmasını sağlayan Ulusal İşçi İlişkileri Yasası’nın -Wagner Kanunu - kendilerini haksız yere cezalandırdığını söyleyerek, İkinci New Deal’e destek vermeyeceklerini ifade ettiler. Amerika’nın sosyalizmi anımsatan bu yeni resminden hiç hoşlanmamışlardı.

Asgari ücret ve azami çalışma saatlerini saptayan, çocukların çalışmasını yasaklayan Adil İşçi Standartları Yasası buna rağmen yürürlüğe girdi. Onu emeklilik, iş kazası tazminatı, işsizlik sigortası, ölüm halinde çocuklara ve eşlere, sakatlara yardım öngören Sosyal Güvenlik Yasası izledi.

Eski başkan Hoover’in sıkı para politikasına karşın, Roosevelt’in danışmanları devlet harcamalarının arttırılmasından yanaydılar. Böylece talebin artacağını, ekonominin canlanacağını hesaplıyorlardı. 1935 itibaren, 5 milyar dolar gibi bir para ortaya kondu, bununla iş yaratmaya yönelik programlar düzenlendi. Works Progress Administration (WPA).

Roosevelt’in bu bağlamdaki en şaşırtıcı girişimlerinden birisi Kültürel Programlardır. Bunlar Amerikan Hükümetinin kültürel gelişmeye yaptığı ilk doğrudan yatırımlardı. Federal Proje Numara Bir, sonraları kısaca Federal 1 diye bilinen proje, beş bölümden oluştu; Federat Sanat Projesi, Federal Resim Projesi, Federal Tiyatro Projesi, Federal Edebiyat Projesi ve Tarihi Kayıtlar Araştırması Projesi. Bunların başına birer ulusal direktör getirildi. Böylece devlet kendisinden hiç umulmayan bir sahaya girmiş oldu.

1936 yılında Federal Edebiyat Projesi kapsamında 6,686 vardı. Bu yazarlar, toplam 3.5 milyon satan 800 eser ürettiler. Ralph Ellison, Richard Wright, Studs Terkel, John Cheever, Saul Bellow, Margaret Walker, Arna Bontemps and Zora Neale Hurston bugün bile tanınan isimlerdir Bir süre sonra sanatçılar devletin yaratıcılıklarını kısıtladığından, sansürden şikayet etmeye başladılar. Bu da işin başka bir yönü.

Bütün bu programlar bugün sosyaldemokrat diyebileceğimiz, refah devleti diyebileceğimiz yönetim modeliyle örtüşüyordu. Amerikanın liberalizme gönül vermiş insanlarının itiraz etmeleri uzun sürmedi. 1937’den itibaren sesler yükselmeye başladı, Roosevelt’in sağcı mı, solcu mu olduğu konusu gündeme geldi. İşverenler İkinci 100 günün icraatını beyenmemişlerdi. Başkanı, kendi sınıfına ihanet etmekle suçluyorlardı. Öyle ki, Roosevelt yönetimi işveren-karşıtı bir yönetim olarak damgalandı. Oysa bugün buradan bakıldığında, Başkan’ın icraatının aslında liberal kapitalizmin yaşamasını sağladığı görülüyor. Bankacılığı, borsayı, sosyal güvenliği düzenleyen yasalar son tahlilde işverenin yararına oldu.

1936 yılına gelinceye kadar, Karaderili Amerikalılar, Lincoln’in hatırına Cumhuriyetçilere oy verirlerdi. Bu gelenek ‘36’da yıkıldı, o yıl Amerikanın en büyük 12 şehri Demokratlara yani Roosevelt’e oy verdi.

O yıl işler iyi gitti, ancak bir yıl sonra 1937 ekonomi bir kez daha çöktü, Amerika İkinci Dünya Savaşına girinceye kadar da toparlanamadı.

Ekonominin çökme nedeni olarak, eski bir anlayış, bütçenin her koşulda denk olması gerektiği inancı gösterildi. Denk bütçe isteyen Roosevelt, kendi New Deal programlarını yarı yarıya kısmış, işsizliğin 1,5 milyon artmasıyla sonuçlanan yeni bir durgunluk dönemini başlatmıştı. Tarıma ödenen destek de kesilince, ürün fiyatları yeniden dibe vurdu, 4 milyon Amerikalı daha işsiz kaldı. Bu durum Başkan’ın sözüne sadık kalmaktansa, ödün vermeyi tercih ettiği şeklinde yorumlandı. Zaten ekonomiden anlamıyordu diyenler de çıktı.

Ekonomiden anlamıyordu diyenler sözlerine kanıt olarak Başkan’ın Keynes’in önerilerine kulak asmamış olmasını gösterdiler.

Keynes kim? Keynes, 1883-1946 yılları arasında yaşamış olan, İngiliz asıllı bir iktisatçı. Önemi, klasik iktisatın serbest piyasa ekonomisine dair teorilerini reddetmiş olmasından ileri gelir. Devlet harcamaları ile özel sektörün refahı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu savunan ilk iktisatçıdır. Bu bağlamda, ekonominin durgun olduğu dönemlerde, Keynes, bütçenin dengesini bozmak pahasına da olsa devlet harcamalarının arttırılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre, durgunluk, ekonomide daralma uzun-vadeli bir sorun değil, kısa vadeli bir talep daralmasıdır. Özel sektörün talebi arttırmaya muktedir olmadığı zamanlarda devlet devreye girmeli, bütçe açığı pahasına da olsa harcama yapmalıdır. Ne zaman ki, ekonomi rayına oturur, devlet o zaman harcamalarını kısar. Devlet bütçesi orta vadede denk olmalıdır, kısa vadede değil, diyordu Keynes. Kısa vadeli ekonomik politikaların yararını anlatan bir de ünlü sözü vardır: “Uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.”

Günümüzde kapitalist ekonomiler Keynes’in önerileri doğrultusunda yönetilir. Ama ‘30lı yıllarda, hayır. Roosevelt, ekonominin çöküntüye gittiği zamanlarda devlet harcalamarının arttırılması gereğine inanmadı. Keynes’in haklı olduğunu teslim etmesi için İkinci Dünya Savaşına girmesi gerekti.

Şimdi buradan geriye baktığımızda, Roosevelt’in New Deal’ının bir ekonomik devrim olmadığını, radikal değişiklikler getirmediğini görüyoruz. Büyük Çöküntü’yü sona erdirmediğini de görüyoruz. Ancak, Amerikan toplumu üzerinde önemli bir etkisi oldu: hükümet ve işadamı/sanayiciler arasındaki ilişkiyi yeniden düzenledi.

New Deal’e kadar, Amerikan halkı geleceğini özel sektörde görür, ulusal meseleri özel sektörün düzenleyeceğine inanırdı. New Deal’den sonra yüzünü Washington D.C.’ye çevirdi. Federal hükümetin ekonomiye müdahale etmesini bekler oldu.

Yine New Deal’a kadar, sanayici ve işadamlarının gerek politikacılar gerekse hükümet üzerindeki etkileri tartışılmazdı. Hatta, siyasi gücün sanayici ve işadamlarının tekelinde olduğu söylenebilirdi. Ancak, Roosevelt’in iş hayatını tanzim eden yasalarından sonra durum değişti. Sahneye işverenlerin dışında iki aktör daha çıktı: hükümet ve işçi sendikaları. Hükümet, Merkez Bankası Sistemi aracılığı ile para yönetimini üstlendi. Vergi, harcama, borçlanma politikalarının nelere kadir olduğunu, ne gibi sonuçlar doğuracağını öğrendi. İşçi sendikaları, ekonominin bütününü görmeyi ona göre tavır almayı öğrendiler.

Nihayetinde, işverenler, işçi sendikaları ve hükümetin oluşturduğu sacayağı İkinci Dünya Savaşında bir bütün olarak hareket etti. İşçiler istikrarlı bir işgücü garanti ederlerken, hükümet yalpalamayan, iniş çıkışların hırpalamadığı istikrarlı bir piyasayı garanti etti. İşverenlere gelince, onlar hem hükümetle hem de işçilerle uzlaşmak yoluna gittiler.

1939’a gelindiğinde New Deal dönemi kapanmış, Amerikalılar dış politika ve savunma stratejileri üzerinde konuşur olmuşlardı.

Büyük Çöküntü’nün ekonomi tarihinin en önemli hadiselerinden olmasının bir nedeni de Amerika’da başlamış olmasına rağmen, kısa sürede Avrupa’ya atlamış olmasıdır. Mağlup ya da galip, Birinci Dünya Savaşından bitkin çıkan Avrupa ülkelerinin Amerika’ya olan borçları bellerini büsbütün büktü. Amerikan ekonomisinin krize girmesi, Avrupa’ya açtığı kredilerin durması tuz biber ekti. Almanya ve İngiltere Büyük Çöküntü’den en çok etkilenen iki Avrupa devleti oldu.

Almanya’da işsizlik 1929 yılının sonunda itibaren arttı, 1932’de altı milyonu buldu. Bu rakam toplam işgücünün %25’iydi. İngiltere’de durum biraz daha iyiydi ama o ülke de, İkinci Dünya Savaşına kadar kendisini toparlayamadı. Ve bu arada hemen herkes aynı yanlışı yaptı: ulusal sanayilerini korumak için gümrük duvarlarını yükselttiler. Bunun sonucu olarak uluslar arası ticaret yarı yarıya azaldı. İç talepin kısıtlı olması nedeniyle malları ellerinde kalan sanayiciler, dışarıya da satamaz oldular.

Büyük Çöküntü liberal demokrasinin itibarını zedeledi. Özellikle de Avrupa’da kapitalizm karşıtı akımları güçlendirdi. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesine doğrudan neden olduğu söylendi. 1933’de şansölye olan Hitler, bir yandan altyapı yatırımları, öte yandan silâhlanma harcamalarıyla New Deal’in senelerce yapamadığını üç yılda yaptı. 1936’ya gelindiğinde Almanya’da Çöküntü bitmişti.

Şimdi bu söyleyeceğim korkunç bir şey: ama ne yazık ki, İkinci Dünya Savaşı ilaç gibi geldi. Savaşla birlikte Amerikan fabrikaları yurtdışından gelen silâh ve malzeme talepleriyle doldu taştı. Birdenbire üç vardiya çalışır oldular. İşsizlik ortadan kalktı. Ekonomi canlandı. Amerika’nın 1941’de savaşa girmesiyle birlikte Büyük Çöküntü sona erdi.

Altmış bir ülkede yaşayan bir milyar, yedi yüz milyon insanı doğrudan ya da dolaylı bir biçimde etkiyen İkinci Dünya Savaşında en büyük harcamayı Amerika Birleşik Devletleri yaptı. 341 milyar dolar! Diğer bir deyişle, Amerikalılar Büyük Çöküntü’den sakındıkları paralarını savaşa harcadılar. Savaşan ülkelerin toplam harcamalarına gelince, o, 1 trilyon dolardı!

Yıkıntı da ona göre oldu. Avrupa baştan aşağı haraptı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği servetinin %20’sini kaybettiğini açıkladı. Almanya %30’unu. Kuzey Fransa’yı İtalyan ve Alman bombardımanı mahvetti. Nükleer bombalar Japonya’yı.

Dünya Bankası ve Uluslarararası Para Fonu, böylesine ağır şartlar altında kuruldular. Avrupanın yeniden yapılanması için büyük yardıma ihtiyaç vardı. Dünya Bankası 25 Haziran 1946’da, sekiz milyar dolar sermaye ile işe girişti. IMF daha eskiydi. Uluslararası Para Fonu gibi bir teşkilâtın şart olduğu daha ’30 yıllarda, altın esasından vazgeçilmesi ile belli olmuştu.

1929 KRİZİNİN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ

Mali Kaos

Ardı ardına kapanan fabrikalar,  işsizlik,  imaretlerin önünde bir tas çorba için kuyruğa giren insanlar,  limanlarda gelmeyen kargolarını bekleyen şilepler,  umutsuzluk... Bunlar 1929-1939 Büyük Çöküntü’nün  gözle görünür unsurlarıydı.  Ama ekonominin bir de dıştan görünmeyen cephesi vardı: uluslararası finans ve para piyasaları. 

Uluslararası para piyasaları da çöktü.

1815-1914 arası, Altın Standardının Klasik dönemi olarak bilinir.

Nedir altın standardı? Altın Standardı, dolar, mark, sterlin, frank, lira gibi ulusal para birimlerinin belirli bir miktar altının isminden ibaret olduğu durumdur. Yani meselâ “dolar” kelimesi, aslında bir ons altının - bir ons yaklaşık 28 gram - yirmide birinin adıdır.  Sterlin kelimesi bir ons altının dörtte birinin adı.  Böylece bir  Sterlin, bir  dolardan daha çok altın miktarını temsil eder.  Onun için daha pahalıdır.

Birinci dünya Savaşından önce  ülkelerin para birimlerinin birbirine göre değerleri,  kimin parasının ne ağırlıkta altının karşılığı olduğu ile ölçülürdü. Herkes aynı ağırlık ölçüsünü kullandığı için -bu durumda bir libre eşittir onaltı ons - döviz  kuru  karmaşası söz konusu değildi.  Hükümetlerin para değerine müdahale etmeleri,  para birimlerinin temsil ettiği altın miktarıyla oynamaları anlamına gelirdi. 

Hükümet  para biriminin  temsil ettiği altın miktarını yükseltirse,  aynı  para birimi ile daha çok meta satın alınabileceği için,  fiyatlar düşerdi.  Tersine,  hükümet  para biriminin temsil ettiği altın miktarını azaltırsa, para birimi daha az meta satın alır, fiyatlar yükselirdi. 

Üretim ve tüketim,  para biriminin temsil ettiği altın miktarına göre fiyatlandırırlardı,  kağıdın üzerinde yazılı rakamlara göre değil.  Bu arada ekleyelim: bugün  kullandığımız “para” kelimesi Farsça “altın” anlamındadır.  Düşünün para ile altın nasıl özdeşleşmişti.

Ancak,  altın kolay taşınabilir bir şey değil.  Kağıt para da  bu nedenle çıktı. Bir kağıt dolar bir ons altının yirmide birini simgelediği,  o miktarda altınla her an değiştirilebildiği  sürece  insanın cebinde altın sikke  olmuş,  kağıt para olmuş  farketmiyordu.  Hatta dediğim gibi ikincisi daha hafif olduğundan tercih edilebilirdi. Ama tabii hükümetler sözlerine sadık kaldıkları, hazinelerinde altın karşılığı olmayan para basmadıkları sürece.  Doğrusu, bu da pek görünen bir şey değildi. 

Bilinen tek istisnası İngiltere.  İngiliz hükümetleri  sözlerinde durmaları,  hazinelerinde altın karşılığı olmayan para basmamalarıyla ünlüdürler. Sterlinin günümüzde bile “sağlam para” olarak bilinmesi buradan gelir. 

Altın Standardı  teorik olarak  dış-ticareti de dengeler.  18.Yüzyıl klasik ekonomistlerinden David Hume, bunu Fransa’yı örnek vererek anlatır.  Diyelim ki Fransız hükümeti, frank arzını arttırdı. Ne olur, Fransa’da fiyatlar artar.  Artan fiyatlar,  ithalatı körükler.  Neden çünkü  fiyatlar hem  Fransa dışında göreli olarak daha düşüktür,  hem de  ücretleri yükselen Fransızlar  ithal mallara yönelirler. 

Altın standardında bildiğimiz anlamda “döviz” kavramı yoktur.  Her ülke ithalat bedelini kendi  para birimiyle öder.  Fransa,  yabancı diyarlardan ithal ettiği mallar  için şu kadar frank öder,  yabancı satıcılar da aldıkları frankları  altına çevirirler, olur biter.   Ama tabii,  bu  Fransa’dan altın çıkışı demektir.  Fransa, altın çıkışının ilânihaye sürmesini istemeyeceği için, bu defa frank arzını kısar.   Aynı şekilde, Fransız bankaları da  kredileri keseler ki, paralar ithalata yani yurt dışına gitmesin.  Para arzı daralınca, insanlar alamaz olurlar,  mallar ortada kalır, fiyatlar düşer.  Yurt içinde düşen fiyatlar bu defa da ihracatı kolaylaştırır.  Böylece altının akışı ters döner,   Fransa’ya akar. Sonuçta,  fiyatlar yurt içinde ve yurt dışında dengelenir.

Klasik iktisatçıların, “aman devlet ekonomiye müdahale etmesin! Devlet müdahale etmezse, ekonominin iç dinamikleri kendi dengesini bulur” derlerken söylemek istediklerinden birisi de budur.  Onlara göre devlet paranın altın standardını bozmadığı,  pazarın işleyişini rahat bıraktığı sürece  büyük dalgalanmalar, krizler olmaz.  Uluslararası ticaret ve alımsatım da kolaylaşır.

Yine derler ki, Ondokuzuncu Yüzyılda, 1800li yıllarda yani,  altın standardının işleyişi bozan hükümetlerdir. Nasıl bozmuşlardır?  Bir kere, altın madenlerini tekelleri altına alarak  ve  altın üretimiyle oynayarak bozmuşlardır. İkincisi, altın karşılığı olmayan kağıt para çıkartarak bozmuşlardır.  Üçüncüsü, bankalar gibi kredi vermek suretiyle alım gücünü arttıran dolayısıyla enflasyonist ortam yaratan kuruluşlara izin vermek suretiyle bozmuşlardır. Bu oluşumlar altın standardının işleyişini geciktiren unsurlardır. Altın Standardının çökmesinde  “Kabahat altında değil, kabahat hükümetlerin sözlerine güvenenlerde”dir.   

Yine klasik iktisatçılara göre bir ülkenin altın standardından vazgeçmesi “iflas” etmesi anlamına gelir.  Çünkü onlara göre  altın  tek  istikrarlı değerdir.  Altın standardından vazgeçilmemiş olsaydı,  dalgalanmaya bırakılan kurlar, paranın değerinin bilerek düşürülmesi gibi oyunlar,  para birimlerinin rakip kamplara bölünmesi,  alımsatım kontrolları,  gümrük tarifeleri, kotalar gibi  uluslararası ticareti ve yatırımı zorlaştıran uygulamalara gerek kalmayacaktı - inancındadırlar.

Altın Standardının sonunu Birinci Dünya Savaşı getirdi.  Neden, çünkü savaşın maliyeti çok yüksekti,  Avrupalıların altın stokları silahlanma harcamalarını karşılamaya yetmedi.  Amerika Birleşik Devletleri için durum farklıydı.  Amerika, 1850’lerde kendi topraklarında altın bulmuş, dev gibi bir yığınak yapmıştı.

Avrupa devletleri,  bir süre  para birimlerinin tekabül ettiği altın miktarını azaltarak idare ettiler. İdare edemeyecek duruma geldiklerinde altın standardından çıktılar.

Örneğin, İngiltere.  Birinci Dünya Savaşı öncesi,  bir sterlin bir ons altının dörtte biri anlamına geliyordu.  Bir Amerikan doları ise yirmide biri.  Bir başka anlatımla,  bir sterlin alabilmek için 4 dolar 86 sent vermek durumundaydınız.  Ancak, İngilizlerin altın stokları savaş harcamalarını finanse etmeye yetmeyince,  sterlinin temsil ettiği altın miktarını azaltmaları gerekti.  Böylece Savaş sonunda sterlinin değeri  4 dolar 86 centten, 3 dolar 50 sente düştü.  Paranın değerinin düşmesi  enflasyon demekti ki,  o da işin başka bir yönü. 

Şimdi bazı iktisatçılara göre, İngilizler 3 dolar 50 sente razı olup, paralarının değerini orada tutmalıydılar.  Ama  ulusal gurur diye bir şey var.  İngilizlerin ulusal gururları paralarının pul olmasına izin vermedi.  Ne yapıp edip sterlini savaştan önceki  değerine  yani  4 dolar 86 sente çıkarmaya karar verdiler.  Londra’ya savaş öncesi perestijini iade etmek,  başkentlerini bir kez daha  sıkı-para merkezi yapmak istiyorlardı. 

Anlaşılan hadlerini aşan bir karardı bu,  çünkü  onlar sterlinin değerini arttırınca İngiliz malları pahallandı, yurt dışında rekabet edemedi. İhracaat durma noktasına geldi. Öte yandan, hükümetin hatasından geri dönmesi, sterlinin değerini düşürmesi de  siyasi intihar anlamına geliyordu.  Neden,  çünkü  İngiliz  işçi sendikaları çok güçlüydü. Paranın değerinin -dolayısıyla işçi ücretlerinin - düşmesine izin vermeyeceklerdi. Ama ne pahasına?  Üretimin düşmesi,  işsizliğin artması pahasına.

‘20’ li yıllarda Amerika kükrer,  Fransa hemen her imal ettiğini ihraç ederken, İngiliz ekonomisi işsizlikle uğraşıyordu.

Buna karşın İngilizler,  hem paralarının değerini yüksek tutmak, hem de ihracatı arttırmak gibi   ekonomide  görülmemiş bir şey istiyorlardı.  Ünlü  İngiliz  siyaseti  bir kez daha çalıştı,  İngilizler diğer ülkeleri de paralarının değerini yükseltmeye zorlayacak bir  manevra düşündüler.  Diğer ülkeleri paralarının değerini yükseltmeye ikna etmeyi başardıkları takdirde,  onlar da  ihracat yapmakta zorlanacak,  ayrıca  İngiltere’den mal ithaline fiilen yardımcı olmuş  olacaklardı.  İnanması zor ama aynen böyle oldu!

İngilizler ne yaptılar, ettiler, 1922’de Cenova Konferansının toplanmasını sağladılar. Ve konferansta  klasik Altın Standardı gitti, onu  yerine Altın Alımsatım Standardı diye bilinen  yeni  bir  uluslararası para düzeni geldi.  Bu yeni düzenlemeye göre,  bir tek altın zengini Amerika Birleşik Devletleri Altın Standardında kalacak,  İngiltere ve diğer batılı ülkeler “sözde-altın standardı”na geçeceklerdi.

“Sözde-altın standardı” demek ,  aklına esenin gidip cebindeki parasını altına çevirememesi demek.  Sterlin ya da başka bir para biriminin karşılığında altın sikke alınamaması demek.  Ancak burada şöyle bir incelik var:  İsteyen altın sikke alamayacaktı ama külçe altın alabilecekti. 

Şimdi, külçe altın sıradan vatandaşların alabilecekleri  bir şey olmadığına göre,  günlük hayatta bundan böyle  altın kullanımı ortadan kalkmış demekti.  Külçe altına gelince, külçe altın bir tek uluslararası ödemelerde  kullanılacaktı.  Böylece altın standardından büsbütün çıkılmamış oluyordu. Altın Alımsatım Standardına “sözde-altın standardı” denmesinin nedeni bu.  

Bu arada  İngilizler bir cinlik daha yaptılar:  sterlin karşılığı olarak sadece ellerindeki külçe altını değil, altına bağlı Amerikan dolarını da teminat gösterebilecekleri  bir düzen kurdurdular. Tuhaf bir şeydi,  bir başka ülkenin altınına yamanmak gibi bir şeydi, ama oldu. Dahası, dolara bağlı  düzen sadece İngiltere için geçerliydi.  İngiltere haricindeki ülkeler,  ulusal paralarının karşılığı olarak dolar değil,  sterlin kullanacaklardı.

Böylece Amerikan dolarının altına,  İngiliz sterlininin Amerikan dolarına, diğer para birimlerinin İngiliz sterlinine dayandığını bir sistem oluştu:  Doların ve sterlinin iki “temel para birimi” olduğu bir sistem.

Altın Alımsatım Standardı neye yaradı?  Bir kere, İngiltere’nin istediği oldu.  Sterlinin değeri  düşmedi,  çünkü para birimlerinin teminatı olarak sterlini kabul eden ülkeler,  altın yerine  sterlin stokladılar, sterlin stoklarını  karşılık gösterip,  onlar da kendi paralarının değerini yüksek tuttular.  Böylece  ihracaattaki  rekabet güçlerini İngiltere lehine azalttılar ki, zaten istenilen buydu.  Bu arada İngiltere, Amerika’yı da doların değerini arttırmaya ikna etti.  İngiltere’deki dolar stoklarının erimesini ya da altının Amerikaya kaçmasını da böylece önlemiş oldu.

Altın alımsatım standardının çökmesi 1931’de. 

1931,  Fransa’nın ihracatının  52 milyar franktan 20 milyar franka düştüğü, fabrikaların kapanma noktasına geldiği yıl.  Fransa’nın başında Sosyalistler, Radikaller ve Komünistlerden oluşan Popüler Cephe Hükümeti vardı.  Popüler Cephe hükümeti ülkesinin içine düştüğü durumdan haklı olarak ürktü,  sterlin stokunu altına tahvil etmeye karar verdi.  Ne ki, İngiltere’nin Fransa’nın talebini karşılayacak altını yoktu,  onlar da altın alımsatım standardından toptan vazgeçtiklerini ilan ettiler.  İngiltere altından vazgeçince, diğer ülkeler de İngiltere’yi izlediler. Birleşik Amerika Devletleri  iki yıl daha dayandı. 

1933-34 yılları  Amerikalıların Büyük Çöküntü’den kurtulmanın yolunun para arzını arttırmaktan geçtiğini düşünmeye başladıkları yıllar. İngilizlerin hareketi  bir bakıma denk geldi,  Başkan Roosevelt de klasik altın standardından vazgeçtiklerini ilan etti. 

Bundan böyle  Amerikalılar kağıt dolarlarını altınla değiştiremeyeceklerdi.  Dahası, altın sahibi olamayacaklardı - ne kendi ülkelerinde, ne de yurt dışında.  Bu Amerikan  vatandaşları için bu böyleydi  ama Amerika, yine de altın standardıyla tamamen ipleri kopartmadı.  Dolar stoklayan yabancı devletlerin talep etmeleri halinde, altın verme taahhütünü sürdürdü.  Şu farkla ki,  eskiden olduğu gibi  bir dolara karşı  bir onsun yirmide biri miktarında değil,  otuzbeşte biri  miktarında.  Bu tabii, doların devaluasyon demekti.   Yine ABD’nin doların arkasında altınla duruyor olması olumlu bir hava yarattı.  Amerika Avrupalıların altın stoklarını saklamayı tercih ettiği ülke oldu.

1929 Krizinin Görünmeyen Yüzü

Mali Kaos ve IMF  (1)

Birinci Dünya Savaşından önce dolar, mark, sterlin gibi ulusal para birimlerinin değerlerini  simgeledikleri altın miktarı belirlerdi.  Bir sterlin bir ons altının dörtte biri demektir, bir dolar bir ons altının yirmide biri anlamına gelir, gibi.  Ve dileyen herkes, elindeki kağıt parayı bankaya götürüp, karşılığında altın sikke talep edebilirdi. 

“Klasik Altın Standardı” dediğimiz bu uygulama 1914’de sonra erdi.  Neden çünkü Amerika Birleşik devletinin haricinde hiçbir ülkenin elinde, Birinci Dünya Savaşı harcamalarını karşılayacak kadar altın yoktu. Avrupa devletleri,  bir süre  para birimlerinin altın miktarını azaltarak idare ettiler. İdare edemeyecek duruma geldiklerinde klasik altın standardından çıktılar. 

Mesela, Almanya.  Birinci Dünya Savaşındaki kötü yenilgisi, ardından imzalamak zorunda kaldığı Versailles antlaşması,  çok ağır savaş tazminatları derken, 1922’den itibaren ağır bir ekonomik krizin içinde buldu kendini.  Alman Markına olan  güven  tamamen kayboldu.

Fiyatların saat başı  arttığı eşi görülmemiş bir enflasyon patladı.  Alman ekonomisi tamamen çöktü.

Almanlar bir somun ekmek alabilmek için fırına  bir el arabası dolusu para götürüyorlardı.  Böyle bir durumda, altın ne kelime, Almanlar “çavdar” bitkisinin değerini esas alan yeni bir para birimi,  “çavdar-parası” çıkardılar. Ağustos 1923’de.  Olmadı,  üç ay sonra Rentenmark’a döndüler.

 

“Renten” irad demek,  “Rentenmark”ı, irad-parası şeklinde çevirebiliriz.  Rentenmark’ın karşılığı  ülkedeki  tüm mülklerin  ve  sanayi kaynaklarının  üzerine konulan ipotekti. 

Adı da zaten buradan geliyor.  Rettenmark,  yalnızca iç ödemelerde kullanılıyordu.  Bir  Rentenmark bir trilyon kağıtmarka tekabül ediyordu!  Düşünün enflasyon ne boyutlardaydı!

Almanya’daki kadar değil  ama  enflasyon İngiltere ve Fransa’yı da sarsıyordu.  Klasik Altın Standard’ından vazgeçildi.  Onun  yerini  “Altın Alımsatım Standardı” denilen uygulama aldı.   1922 Cenova Konferansı.

“Altın Alımsatım Standardı”nın bir adı da “sözde altın standardı”dır.    “Sözde” çünkü bu yeni düzenleme, altın sikkeyi  tedavülden kaldırdı.  Avrupa devletlerinin vatandaşları  eskiden olduğu gibi bankalara gidip ceplerindeki kağıt paraları altın sikkelerle değiştiremeyeceklerdi. Altın,  sadece  uluslararası  ödemelerde kullanılacaktı. 

Ulusal para birimleri, sterlin, frank,  yine bir ons altının muhtelif kesirlerinin karşılığı olarak ifade ediliyordu,  ama yeni uygulamayla birlikte  “altın”  para birimlerinin dayandığı  tek değer olmaktan çıktı. 

Amerikan doları  hariç.  Dolar,  “altın”a dayanan tek para birimi  olarak kaldı.  İngilizler, sterlini hem altın hem de dolara dayandırdıkları bir sistem geliştirdiler.  Diğer Avrupa ülkeleri ise paralarının teminatı olarak sterlini göstereceklerdi.

Böylece, doların altına, sterlinin dolar ve altına, diğer tüm para birimlerinin de sterline dayandığı bir sistem oluştu. Bu durum 1931 yılına kadar böyle devam etti.

1931 Fransa’nın ihracatının  52 milyar franktan 20 milyar franka düştüğü, fabrikaların kapanma noktasına geldiği yıl.  Ülkesinin içine düştüğü durumdan haklı olarak ürken Popüler Cephe hükümeti, elindeki sterlin stokunu altına tahvil etmeye karar verdi.  Ne ki, İngiltere’nin Fransa’nın talebini karşılayacak altını yoktu,  altın alımsatım standardından toptan vazgeçtiklerini ilan ettiler.  İngiltere altından vazgeçince, diğer ülkeler de İngiltere’yi izlediler.

1931-1945 yılları tarihe mali kaos yılları olarak geçti. Altın standardından çıkan ülkeler,  paralarının karşılığında altın verme taahüttünden kurtulmuşlardı.  Hükümetler, bu durumu istismar etmekten geri kalmadılar. 

Burada istismar etmekten kastımız,  paralarının değerini ekonomik değil siyasi mülahazalara göre belirlemeleridir. Örneğin,  rakip ulusun mal satmasını önlemek için yapılan devaluasyon gibi. Rakip ulus da aynı şekilde karşılık verince para ile değerin, bir  ulusun parası ile öteki ulusun  parasının  arasındaki  ilişkinin saptanamadığı  kaotik bir durum ortaya çıktı. Kimin ne yaptığı belli olmayan bu yıllarda dünya ticareti %63 azaldı. Fiyatlar yarı yarıya %48 düştü. 

Altın standardına geri dönmek gibi bir umut da kalmamıştı.  Uluslarası ticaret ve yatırım hemen tümüyle durdu.  Ülkeler, kendi aralarında takas antlaşmaları yaparak birbirlerine mal satmaya çalıştılar.  Amerikan Dış İşleri Bakanı Cordell Hall’a göre,  Avrupa’da yaşanan bu mali kaos,  İkinci Dünya Savaşı’nın asıl çıkış nedenidir. 

Cordell Hall öyle diye dursun, Altın Standardının aslında hiç de istenir bir şey olmadığını savunanlar da vardı: Friedmancılar.  Milton Friedman,  Chicago Üniversitesinden.  Mali konularda Friedman ekolü olarak bilinen düşünce sisteminin yaratıcısı olarak geçer. Friedmancılara  göre, paranın altınla ifade edilmesi gerektiği düşüncesinden toptan vazgeçilmeli,  ulusal paraların değerlerini serbest piyasa ekonomisinin arz-talep dinamiği uyarınca bulmasına izin verilmeliydi. 

Çünkü “altın” netice itibariyle bir madendi. Önemsenmesi  Midas’tan bu yana süregelen bir alışkanlıktan ibaretti.  Altına atfedilen değer rasyonel değildi.  Hatta  insanlığın “barbar” yıllarından kalan “bir kalıntı”dan ibaretti altın - bu son söylediğim Maynard Keynes’den bir alıntı.

Oysa, yaşayan bilirdi krizleri iyileştirmek için  neye ihtiyaç olduğunu.  Ekonomiyi canlandırmak için para gerekiyorsa, hükümetler stokta altın  vardı yoktu aldırmayıp,  insanların alımsatım yapabilmelerini mümkün kılacak bir ortak araç,  değeri üzerinde mutabakata varabilecekleri  bir araç/para geliştirmeliydiler.

Paranın başlangıç değerinin ne olacağına hükümetler karar verecekler, ancak  para  sahici  değerini serbest piyasada dalgalanmak suretiyle bulacaktı.   

Altın esasına dayanmayan paralara “fiat-para” adı verildi.  Bildiğimiz “eder” anlamında “fiyat” değil,  f-i-a-t  “Fiat.” Amerikan İngilizcesi bir kelime.  Değeri yalnızca hükümet kararına dayanan para demek.

Fiat paranın hakiki değeri  uluslararası para piyasasında belli olacaktı.  Hükümetler gereğinden fazla değer biçmişlerse paralarına,  serbest piyasa onlara yanıldıklarını gösterecekti. 

Teorik olarak Chicago okulunun  yaklaşımının da  bir sakıncası görünmüyordu.  Hatta, serbest piyasa ekonomisine  inanlara iyi bile geldi. Ancak, mesele “serbest” piyasanın ne kadar serbest olabileceği meselesiydi.  Ve olmadı. 

Az önce işaret ettiğim gibi,  Hükümetler durumu istismar etmekten geri kalmadılar... dalgalanmaya bırakılan kurlar, paranın değerinin bilerek düşürülmesi gibi oyunlar,  para birimlerinin rakip kamplara bölünmesi,  alımsatım kontrolları,  gümrük tarifeleri, kotalar...

Bu karmaşaya son verecek uluslararası bir örgüt, yani Uluslararası Para Fonu, IMF,  fikri daha o yıllarda, ‘30lı yıllarda doğmuştu.  Bu amaçla  epeyce bir toplantı yapıldı ama görüldü ki, para sorunu parça başı tedbirlerle çözülemeyecek kadar büyüktür.  Yapılması gereken  yeryüzünün hemen tüm uluslarının katıldığı ve onayladıkları bir sistem geliştirmek ve geliştirilen bu sistemin yürümesini sağlayacak, sürekliliği olan uluslararası bir örgüt  kurmaktır. 

Amerika Birleşik Devletleri,  savaş süresince bu örgütün nasıl bir örgüt olması gerektiğini araştırdı. 

Şimşekleri üstlerine çekmekten korkmayan  iki cesur adam,  Amerikalı Harry Dexter White ve İngiliz John Maynard Keynes,  okyanusun iki yakasından yaklaşık aynı günlerde yazdıkları yazılarda paranın uluslararası dengeye kavuşmasının öyle arasıra yapılan toplantılarla mümkün olmayacağını, meselenin sürekliliği olan ortak bir kuruma emanet edilmesi gerektiğini anlatıyorlardı.

Ancak sürekliliği olan bir kurum zamanla değişen ihtiyaçlara cevap verebilir,  bir yandan ulusal para birimlerinin birbirlerine hiçbir kısıtlama olmaksızın tahvil edilmesini sağlarken, öte yandan da her bir para biriminin değerini açık ve tartışmaz bir şekilde belirleyebilirdi.

1944  Haziran’ında  ABD’nin New Hampshire Eyaletinin Bretton Woods isimli kasabasında 44 ülkeden delegelerin katıldığı bir toplantı düzenledi. 

Savaşın içindeydiler, türlü zorluklar vardı, aylarca konuşuldu ama sonunda  delegeler yeni uluslar arası para sistemini ve onu kollayacak uluslar arası örgütü, yani Uluslararası Para Fonu,  IMF’yi hepbirlikte kurmayı kabul ettiler.

Antlaşmayı 1946 Mart’ında 29 ülke imzaladı - bugün itibariyle IMF’nin üye sayısı 182. Buna Doğu Avrupa ülkeleri  ve  eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri  dahil.  IMF antlaşması imzalandıktan  üç ay kadar sonra ilk İcracı Direktör seçildi, Fon’un Washington’daki merkezinde çalışmaya başladı.

IMF  Kuruluş  Sözleşmesinin birinci bölümü, örgütün amaçlarını altı maddede özetler.  Okuyorum:

1.     Danışma ve birlikte çalışma ortamı sağlayacak devamlı bir kurum aracılığı ile parasal konularda uluslararası işbirliğini  ilerletmek,

2.      Uluslarası ticaretin yayılmasını ve dengeli büyümesini  kolaylaştırmak ve bu amaçla tüm ortakların ekonomik politikalarının temel hedefleri olan istihdam, reel gelir ve üretim kaynaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve idame ettirilmesine katkıda bulunmak.

3.      Para alımsatımında istikrarı sağlamak, üyeler arasında düzenli alımsatım usulleri geliştirmek, rekabete dönük karşılıklı devaluasyonları önlemek.

4.      Çok-taraflı ödemeler sisteminin kurulmasına ve dünya ticaretini  engelleyen döviz kısıtlamalarının bertaraf edilmesine yardımcı olmak.

5.      Fon kaynaklarını üyelere geçici süreyle ve yeterli garantiler altında tahsis etmek suretiyle üyelerin güvenlerini arttırmak ve  dış ödemeler dengelerindeki aksaklıklarını ulusal ya da uluslararası refaha  zarar vermeden düzeltmelerine fırsat tanımak.

6.      Bu suretle üyelerin uluslararası dış ödemeler dengesizliklerinin süresini ve etkisini azaltmak.

IMF’nin  yeni sistemi esas itibariyle  Altın Alımsatım Standardıydı, şu farkla ki sterlinin yerini bu defa  IMF’nin mimarı Amerika Birleşik Devletlerinin para birimi, dolar, almıştı.  Dolar bundan böyle dünyanın temel para birimi olacaktı.

Mali Kaos ve IMF  (2)

1931-1945 yılları tarihe mali kaos yılları olarak geçti. Altın standardından çıkan ülkeler,  paralarının karşılığında altın verme taahüttünden kurtulmuşlardı.  Bu durumu istismar etmekten geri kalmadılar. 

Burada istismar etmekten kastım,  paralarının değerini ekonomik değil siyasi mülahazalara göre belirlemeleridir. Örneğin,  rakip ulusun mal satmasını önlemek için yapılan devaluasyon gibi. Rakip ulus da aynı şekilde karşılık verince,  para ile değerin, bir  ulusun parası ile öteki ulusun  parasının  arasındaki  ilişkinin saptanamadığı  kaotik bir durum ortaya çıktı.   Kimin ne yaptığı belli olmayan bu yıllarda dünya ticareti %63 azaldı. Fiyatlar yarı yarıya %48 düştü. 

Bu karmaşaya son verecek uluslararası bir örgüte, yani Uluslararası Para Fonu’na ihtiyaç olduğu fikri  daha o yıllarda doğmuştu.  Ancak sürekliliği olan bir kurum zamanla değişen ihtiyaçlara cevap verebilir,  bir yandan ulusal para birimlerinin birbirlerine hiçbir kısıtlama olmaksızın tahvil edilmesini sağlarken, öte yandan da her bir para biriminin değerini açık ve tartışmaz bir şekilde belirleyebilirdi.

1944  Haziran’ında  ABD’nin New Hampshire Eyaletinin Bretton Woods isimli kasabasında 44 ülkeden delegelerin katıldığı bir toplantı düzenlendi. 

Savaşın içindeydiler, türlü zorluklar vardı, aylarca konuşuldu ama sonunda  delegeler yeni uluslararası para sistemini ve onu kollayacak uluslararası örgütü, yani IMF’yi, hepbirlikte kurmayı kabul ettiler.

 

IMF  Kuruluş  Sözleşmesinin birinci bölümü, örgütün amaçlarını altı maddede özetler:

1.     Danışma ve birlikte çalışma ortamı sağlayacak devamlı bir kurum aracılığı ile parasal konularda uluslararası işbirliğini  ilerletmek,

2.      Uluslarası ticaretin yayılmasını ve dengeli büyümesini  kolaylaştırmak ve bu amaçla tüm ortakların ekonomik politikalarının temel hedefleri olan istihdam, reel gelir ve üretim kaynaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve idame ettirilmesine katkıda bulunmak.

3.      Para alımsatımında istikrarı sağlamak, üyeler arasında düzenli alımsatım usulleri geliştirmek, rekabete dönük karşılıklı devaluasyonları önlemek.

4.      Çok-taraflı ödemeler sisteminin kurulmasına ve dünya ticaretini  engelleyen döviz kısıtlamalarının bertaraf edilmesine yardımcı olmak.

5.      Fon kaynaklarını üyelere geçici süreyle ve yeterli garantiler altında tahsis etmek suretiyle üyelerin güvenlerini arttırmak ve  dış ödemeler dengelerindeki aksaklıklarını ulusal ya da uluslararası refaha  zarar vermeden düzeltmelerine fırsat tanımak.

6.      Bu suretle üyelerin uluslararası dış ödemeler dengesizliklerinin süresini ve etkisini azaltmak.

IMF’nin  yeni sistemi esas itibariyle  Altın Alımsatım Standardıydı, şu farkla ki sterlinin yerini bu defa  IMF’nin mimarı Amerika Birleşik Devletlerinin para birimi, dolar, almıştı.  Dolar bundan böyle dünyanın temel para birimi olacaktı.  Ancak, devalue edilmişti dolar.  Eskisi gibi, bir dolar eşittir bir ons altının  yirmide biri değil,  otuzbeşte biri.  

Amerikan vatandaşları kağıt paralarını dolara tahvil edemeyeceklerdi. Sadece yabancı devletler ve onların merkez bankaları dolarlarını altına çevirebileceklerdi. 

Böylece Amerikanın altına, diğer ülkelerin de Amerikan dolarına dayandıkları para sistemi yürürlüğe girdi. Yıl 1946.

IMF’nin kurulmasından beş yıl kadar sonra, 1950li yılların başında,  işler tekrar ters döndü. 

Şöyle ki:  Amerika’da altın çoktu  -25 milyar doların karşılığı kadar altın vardı.  Amerika,  istenilen her durumda, dolar ibraz eden yabancı ülkelerin taleplerini yerine getiriyordu.  Bu, tabii, ülkeden altın çıkışı demek.

Dahası,  yabancı ülkelerin büyük çoğunluğu paralarına Savaş öncesinin değerlerini biçmişlerdi.  Örneğin, İngiltere, halâ bir sterlinin 4.85 Amerikan dolarına eşit olduğu iddiasındaydı.  Oysa sterlinin alım gücü bunun çok altındaydı.  Bunun anlamı,  Amerikan dolarının olması gerekenden daha ucuza gidiyor olması. 

Dolar ucuz, diğer paralar göreli olarak pahalı olunca, dolara talep arttı. Dünya çapında bir dolar kıtlığıdır başladı.  Bir yandan kıtlık,  öte yandan da  ucuz doların  Amerika’da enflasyona neden oluyor olması durumu.

IMF’nin  kurulmasından beş yıl kadar sonra,  1950li  yılların başlarında, altın stoğuna güvenen Amerika’nın parasını  saçtığı  şeklinde bir  manzara ortaya çıktı:   Marshall yardımı türünden dış-yardımlar, krediler ve değeri her gün biraz daha düşen mebzul miktarda dolar.

Ürkütücü bir manzaraydı,  önde gelen Avrupa ülkeleri, Batı Almanya, İsviçre, Fransa ve İtalya,  sıkı-para politikasına dönmeye karar verdiler. Sıkı para politikası,  gerçekçi para politikası. Nitekim, İngiltere, sterlinin 4.85 dolar olduğu iddiasını bıraktı, değerini  yarıyarıya, 2.40 dolara kadar düşürdü.

Gerçekçi para politikasına geri dönüş,  buna ilaveten  Avrupa ve  Japonya ekonomilerinin yeniden üretir olmaları,  giderek Amerikan dış ödemeler dengesinin açık vermesini getirdi.  Amerika, ihraç ettiğinden çok ithal eden bir ülke konumuna girdi.  ‘60lı yıllarda  enflasyon gözardı edilemeyecek boyutlara ulaştı.

Bu defa, doları kendi paralarına temel alan ülkeler tedirgin olmaya başladılar.  Değeri düşük dolar, istenmeyen para oldu.  IMF’nin doları dünya ekonomisinin temel para birimi  olarak kabul eden sisteminden  homurdanmaların başlaması ilk bu zaman.

Homurtular,  özellikle de De Gaulle Fransa’sından geldi. De Gaulle’in danışmanı Jacques Rueff,  klasik bir altın-standardı  ekonomistiydi.  “Batı’nın Mali Günahı” isimli ünlü kitabın yazarı. Rueff,   IMF’nin denetlediği sistemin giderek bir kâbusa dönüştüğünü söylüyordu. 

Amerikalılar önceleri aldırmadılar. IMF’nin dayattığı sistemin keyfi değil  kaçınılmaz olduğunu söylüyorlardı.   Bunun üzerine, Avrupa devletlerinin hükümetleri, ellerindeki doları altına tahvil etme haklarını kullanmaya başladılar. Amerikan’ın bitmez tükenmez gibi duran altın stoğu erimeye durdu.  Öyle ki, 1946’da 25 milyar değerindeki stok,  ‘70’lerin başında 9 milyar dolara düşmüştü.

Eurodolar,  Avrupa’nın istemediği dolar demek. ‘70’li yılların başında Avrupanın istemediği dolarlar 80 milyarı buldu.  Baktı olmuyor,  Amerika,   Avrupa devletlerine ellerindeki doları altına çevirmemeleri için siyasi baskı uygulamaya girişti. Tıpkı, 1931’de İngiltere’nin Fransa’ya elindeki sterlini altına çevirmemesi için uygumaya çalıştığı gibi bir baskıydı bu.

Ama ekonomi emirle yürümez,  bu da yürümedi.  Amerika, 35 dolar karşılığında bir ons altın vermeyi sürdüremeyince, bu defa  Avrupalılar, serbest altın pazarına döndüler.  Serbest altın pazarı diye bir şey vardı çünkü.  Ellerindeki dolarlarla oradan  altın satın almaya başladılar. Doların değerini düşürmek istemeyen  Amerikan hükümeti, Londra ve Zürih altın piyasasını  el altından doyurmak zorunda kaldı. 

Değişmez ve su geçirmez olduğu düşünülen Bretton Woods sisteminin yürümediği  gün geçtikçe daha netleşiyordu.  Amerikalıların duruma buldukları çare,  doların serbest altın piyasasındaki değeri ile hükümetler ve merkez bankaları nezdindeki değerini birbirinden ayırmak oldu.

Dolar serbest  altın piyasasında kaça giderse gitsin,  IMF üyeleri  doların değerinin bir ons altının 35’de biri  olduğunu  ebediyyen kabul edecekler,  kendi aralarındaki işlemleri ebediyyen bu değer üzerinden sürdüreceklerdi. 

Hiçbir merkez bankası, serbest altın piyasasında dolar bozduramayacak,  serbest altın piyasasından altın satın alamayacaktı. 

Böylece  altın piyasası, dünya para sisteminden tamamen  tecrit edildi.  Altın, herhangi bir başka meta gibi,  arz ve talep durumlarına göre  kendi fiyatını bulacaktı.  Devletlerin elindeki altın stokuna gelince,  o külçeler de  bir merkez bankasından diğerinin kasasına taşınıp duracaktı. 

Klasik ekonomistler serbest altın piyasasının bir türlü,  merkez bankalarının başka türlü işlemeleri şeklindeki  bu düzenlemeyi  öfkeyle karşıladılar.  IMF sistemini kurtarmak için yapılan bir hareket olarak yorumladılar, karşı çıktılar.   

Kağıt para taraftarları,  Keynesciler ve Friedmancılar,  ise altının dünya para sisteminden geri dönmemek üzere çıkacağından emindiler. Hatta, onlar  altının değerini doların tayin ettiğini düşünüyorlardı.  Dolar desteği çekildiğinde bir ons altının değerinin düşeceğini iddia ettiler.

Ama öyle olmadı.  Tersine, altının fiyatı arttı. 1973’de bir ons altın 125 dolara fırladı. Amerika’da enflasyonun devam ediyor,  Eurodolarların birikiyor olması, dolara duyulan güvenin kaybolmaya yüz  tuttuğunu gösteriyordu.  Baktı olmuyor,  Başkan Richard Nixon fiyatları dondurdu. Bu,  Bretton Woods sisteminin kesin sonu demekti. 

Avrupa Merkez Bankaları ayağa kalktı.  Başkanı ellerindeki dolarları serbest altın piyasasında bozdurmakla tehdit ettiler. Bu defa, Nixon altından toptan vazgeçti. Amerikan tarihinde ilk kez dolar az ya da çok  altın karşılığı olmayan fiat-paraya dönüştü.  Fiat-parayı hatırlatayım: fiat para değerini hükümetlerin kararlaştırdığı para.

Altın esasına dayanmayan paralara “fiat-para” adı verildi.  Bildiğimiz “eder” anlamında “fiyat” değil,  f-i-a-t “Fiat.” Amerikan İngilizcesi bir kelime. Değeri yalnızca hükümet kararına dayanan para demek.

Fiat paranın hakiki değeri  uluslararası para piyasasında belli olacaktı.  Hükümetler gereğinden fazla değer biçmişlerse paralarına,  serbest piyasa onlara yanıldıklarını gösterecekti. 

Amerika ile beraber dünya da öyle yaptı. Hep beraber IMF öncesine, 1933’lerin fiat-para düzenine dönüldü. O yıllarda hiç değilse Amerikan dolarının arkasında altın vardı, bu defa o da kalktı. Öte yandan fiat-paranın telmihi  ekonomik savaş,  rakip para birimleri, devaluasyonlar, uluslar arası ticaret ve yatırımın durması,  1929-39 Büyük Çöküntü’nün tekrarıydı.

Başkan Nixon, bu defa da  “Smithsonian Mutabakatı” denilen düzenlemeyi getirdi. “Dünya tarihinin en büyük parasal mutabakatı” dediği bu düzenleme uyarınca hükümetler, paralarına, önceden  kararlaştırılmış artı-eksi değerleri aşmayacak  yeni ve kesin değerler biçtiler. Ulusal paralarını para piyasalarında dalgalanmaya bıraktılar. Amerikan doları İsviçre frankı, Japon yeni ile rekabete girdi.  Kurlar her gün ve hatta her saat değişir oldu.

Klasik Amerikan iktisatçılara  göre  “Friedman’ın ütopyası” diye isim taktıkları bu sistemin çökmesi de kaçınılmazdı.  Altına bağlı olmayan dolar ister istemez değeri düşük dolardı. Bu durum Amerikan mallarının ihracını kolaylaştırıyordu ama bedelini Amerikalı tüketiciler ödüyorlardı.

Enflasyon sürüyordu.  Daha da kötüsü, dünyanın tüm ülkeleri Amerikan enflasyonunu ithal etmek zorunda kalıyorlardı, çünkü  dolar uluslar arası finans sisteminin rezerve parasıydı. Böyle olunca,  dünya devletleri ürün ve hizmetlerinin karşılığı olarak Amerikanın kağıt parasını kabul etmek  durumundaydılar. Global para sistemi açıkça işlemiyordu.

Bu görüşleri savunanlar,  Güney Asya krizini Amerikan dolarını baş aşağı getirecek oluşumun ilk perdesi olduğunu savunuyorlar.  Onlara göre 1995’de Meksika’da başlayan, 1997’de Güney Asya’yı, 1998’de Rusya ve Brezilya’yı vuran krizlerin nedeni de global para sistemindeki bozukluktur.

Yine onlara göre  dünya enflasyondan da,  her an değişen kurlardan da,  kurların ne olacağını tahmin edememekten de bıkmış usanmış durumdadır. Dahası, uluslar arası para piyasalarındaki bu hareketlilik ve bilinmezlik siyasi istikrarsızlığın baş nedenidir.  Friedman’ın rüyası küle dönüşmüştür. 

Bu noktada yapılacak iş,  bir dünya-parası çıkarmaktır, deniyor.  Bu para, fiat para olacak,  değeri  Dünya Rezerv Bankası ismiyle kurulacak yeni bir örgüt tarafından  belirlenecektir.  “Dünya-parası”nın şimdiden olası birkaç adı da var.  Keynes’in  dünya-parasına taktığı isim “Bankor,”  İkinci dünya Savaşı sırasında Amerikan Hazine Bakanı olan Harry Dexter White’ın taktığı isim “unita,”  ünlü Ekonomist dergisinin taktığı isim “Phoenix.”

Almanya

‘20li yılların “kükreyen” Amerika’sını  dize  getiren,  Amerika’nın çehresini değiştiren  1929 Krizi  ve  onu izleyen Büyük Çöküntü gezegenimizin en büyük ekonomik buhranı  olmakla kalmadı,  bir de “faşizm” namındaki uğursuz  uygulamayı  sardı  dünyanın başına.  Büyük Çöküntü’den olmasaydı, Almanlar Hitler’e mahkûm kalmayabilirlerdi.

(Deutschland, Deutschland über alles!!!)

Almanya,  Amerika’dan çok farklı bir ülkeydi. Amerika,  dünyanın demokratik bir anayasa ile kurulan ilk devleti,  Almanya  ise  1918’e kadar  bir imparatorluk. II. Wilhelm ve onun ünlü şansölyesi mutlakiyetçi-muhafazakâr Bismarck tarafından özenle yönetilen bir imparatorluk.

İki ülke arasında ciddi anlayış ve görenek farkları vardı.  Örneğin, Başkan Roosevelt’in  1933-37  yılları arasında uyguladığı  New Deal programına kadar Amerika’da siyasi güç, özel sektörün  tekelindeydi;   hükümeti sanayiciler ve işadamları yönlendirirdi. Washington’un ekonomi  yönetimine ağırlığını koyması  Büyük Çöküntü’den sonra.  Oysa Berlin... Berlin,  başkent  olduğu 1871’den itibaren, II. Reich’ın siyasi ve iktisadi merkezi.  Alman ticaret ve bankacılığının beşiği.   Ayrıca, Alman milliyetçiliğinin, Alman aydınlarının en önemli entelektüel  kalesi.

Amerikan halkı başından beri liberal kapitalizme, “laissez faire”e, yani “devlet ekonomiye müdahale etmesin” öğretisine inanmış bir halktı.  Eğitimden, emniyete  kadar ne yapılacaksa biz kendimiz yaparız diyen bir halk.  Almanlar ise, liberalizmden komünizme kadar hemen her ekonomik sistemi tartışan, hemen her ekonomik sistemi benimsemeye hazır kesimlere bölünmüş bir halk.  Büyük düşünürler ülkesi.  Karl Marx’ın vatanı Almanya. Friedrich Engels’inki de öyle.

Alman  geleneği ekonominin merkezden yönetilmesine yatkındı.  Farklı ölçülerde olmakla birlikte bu,  Bismarck’ın 2. Reich’ında da böyle olmuştu, onu izleyen Weimar Cumhuriyetinde de,  Hitlerin nazi rejiminde de. Yine Amerika’dan farklı olarak, Almanya’da demiryolları, posta, telefon-telegraf ve enerji  kuruluşları  devlete aitti.  Gaz, su gibi kamu hizmetleri gören şirketler de öyle.  “Belediye sosyalizmi” denilen bir sistem yaygındı.  Bir şehir ya da eyalet yönetimi reel üretime katılabiliyor,  meselâ madencilik yapabiliyordu.  Meselâ,  Alman ulusal bankası Reischbank, şahıs malıydı ancak başkanı ve yönetim kurulu üyelerini imparatorun bizzat kendisi atıyordu. Şirket sahiplerinin yönetimde söz hakkı yoktu.

Almanya  sanayileşmeye İngiltere’den çok daha sonra, 1870’lerde başladı. Buna karşın,  II.Wilhem’in ve Bismarck’ın  idaresinde hızla yol aldı.  1910 yılına geldiğinde İngiltere’nin iki katı çelik üretiyordu.  İngiliz-Alman teknolojik rekabetinin kökenleri de o yıllara uzanır.  Hatta, ortada dolaşan bir fıkraya göre,  Almanlara marifetlerini göstermek isteyen İngilizler saç teli inceliğinde bir  çelik parçası gönderirler. Almanlar’ın İngilizler’e cevabı saç inceliğindeki  bu tele bir delik açmaktır!

Çelik demiryolları yapımında kullanıldı... demiryolları, güçlü bir ticaret filosu, makinalar... ve tabii silah ve cephane. Almanya kısa sürede dünyanın en iyisi olarak anılmaya başladı.

Mükemmel bir yüksek öğretim sistemi, Alman bilim ve teknolojisinin sırrı buydu.  Üniversiteler, teknik okullar araştırdı, sanayi uyguladı.  Elektrik ve kimya endüstrisi Almanya’nın en çok gurur duyduğu iki sektördü.  Werner von Siemens ve Emil Rathenau ikilisi ülkeyi bir baştan bir başa aydınlattılar.  Geniş bir tramvay ağı kuruldu. I.G. Farben kimya endüstrisinin en önde gelen ismi oldu.

1912 itibariyle Almanya’nın dış ülkelere yaptığı yatırım 30 milyar mark!   Bu meblağın sadece %2’si  Alman sömürgelerindeydi.  Bu bağlamda Alman kolonileri Alman endüstrisinin kuruluşunda önemli bir kaynak teşkil etmedi.Korumacılık politikası güdülüyordu  ama Alman İmparatorluğunun gözalıcı kalkınmasını gümrük duvarlarına bağlamak yanlış olur.  Öte yandan, batı ülkelerinde rastladığımız kartelleşme Almanya’da da vardı.  Karteller gümrük duvarlarından yararlanarak fiyatları iç pazarda yüksek tutuyorlar,  yabancı pazarlarını ele geçirmek için  ihrac mallarını ucuzlatıyorlardı.  

Almanya’nın demokrasi ile tanışması bir  yenilgi ve sefalet ortamında gerçekleşti. 28 Haziran 1919 Versailles Antlaşmasının ekonomik şartları çok çok ağırdı.  Almanya, topraklarının %13’ünü,  nüfusunun %10’nu, tarım arazisinin %15’ini, demir madenlerinin %75’ini,  kömür madenlerinin %26’sını ve Alsas’taki potasyum ve tekstil endüstrilerinin tümünü kaybetti.  Alsas Loren ve Yukarı Silesyada kurulu iletişim sistemleri gitti. Müttefikler yüzlerce  gemiye, lokomotife  ve vagona el koydular. Bunlara ilâveten Almanya  çok  ağır  savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı.  Ünlü iktisatçı  John Maynard Keynes’in bir araştırmasına göre 1921’de Almanya’ya yüklenen tazminat ödeyebileceğinin tam üç katıydı.

1919 yılında Mark, savaş öncesi değerinin %20 altındaydı. 1920’den itibaren değer kaybı daha da hızlandı. Buna karşın,  Weimar hükümetleri  enflasyonu önleyecek  ciddi tedbirler  almakta ağır davrandılar.  Bir nedeni Alman sanayicilerinin ve büyük toprak sahiplerinin   “enflasyondan kâr ettikleri” bir sistem geliştirmiş olmalarıdır. Merkez bankasından aldıkları borçları,  değeri-düşük-para ile geri ödüyorlardı ve bu kârlı durumdan vazgeçmeye niyetleri yoktu.  Öte yandan enflasyonun hükümetlerin de işlerine gelen bir tarafı vardı:   savaş tazminatı ödemelerinden kurtulmak için bir bahane olarak kullanabiliyorlardı.  Sanayiciler savaş tazminaları ödemelerinden yan çizilmesi konusunda Hükümete tam destek halindeydiler,  çünkü, dış borçların ödenebilmesi  için  yapılması şart olan reformlar ve yapısal değişiklikler  işlerine gelmiyordu.

Ne ki,  Müttefiklerin de Almanya’nın borçlarını  silmeye niyetleri yoktu.

Almanya’nın savaş tazminatı ödemekten kaçınmasıyla durum  ağırlaştı, sonuçta Fransa Ocak 1923’de Ruhr havzasını işgal etti. Ruhr madenlerinde çalışan işçiler greve giderek direndiler.  Ancak, bu direniş enflasyonun daha da artmasına neden oldu.  1922’den itibaren ağırlaşan buhran,  Marka olan  güvenin  tamamen kaybolmasıyla sonuçlandı.

Fiyatların saat başı - sahiden saat başı! - arttığı eşi görülmemiş bir enflasyon patladı.  Almanlar bir somun ekmek alabilmek için fırına  bir el arabası dolusu para götürüyorlardı.

Alman ekonomisi tamamen çökmüştü.

1929 KRİZİNİN BİR BAŞKA SONUCU

Hitler

Almanların büyük çoğunluğu, hatta  SPD,  ülkelerinin Birinci Dünya Savaşına girmesini destekledi.  Hızlı ve kesin bir zafer bekliyorlardı  ama öyle olmadı.  Ağır ve kesin bir yenilgiye uğradılar. 1918 sonbaharında İmparator tahtını bıraktı,  Hollanda’ya sürgüne gitti,  Sosyal Demokratlar iktidara geçtiler.  İktidarı bulan sosyal demokratların ilk icraatlarından biri,  Partinin ihtilalci sol kanadı Spartaküs birliğini tasfiye etmek oldu. Ocak, 1919’da çoğunluğu sosyalist olan  Kurucu Meclis Weimar’da toplanarak  cumhurbaşkanını seçti.

Sosyalist  Maliye Bakanı  Hilferding  Ağustos 1923’de  “çavdar” bitkisinin değerini esas alan yeni bir para birimi,  çavdar-parası, çıkardı.  Üç ay sonra çavdar-parasının yerini Rentenmark aldı.

“Renten” irad demek,  “Rentenmark”ı, irad-parası şeklinde çevirebiliriz.  Rentenmark’ın karşılığı olarak ülkenin mülk ve sanayi kaynakları üzerine yapılan ipotek gösteriliyordu. Adı da zaten buradan geliyor.  Rettenmark,  yalnızca iç ödemelerde kullanılıyordu.  Bir  Rentenmark bir trilyon kağıtmarka tekabül ediyordu!  Enflasyon dörtnalaydı!

Ama durdurmayı başardılar.  Almanya’nın en yetenekli politikacılarından birisi olan Gustav Stressman,  maliye bakanı ve merkez bankası başkanı ile elele verdi.  Enflasyon düştü, 1924’de  altın esasına dayalı  Reichsmark  çıktı.  Alman markı bundan böyle çavdarı değil altını esas alacaktı.

Stressman,  Almanya’nın batılı ülkelerle ilişkilerini iyileştirmeye çalıştı.  Kapanan kredi musluklarını açtı.  Savaş tazminatı  ödemelerinin daha makul bir düzeylere çekilmesini sağladı.  Alman ekonomisi nefes almış, dengesini  bulmak  üzereymiş gibi dururken,  buyurun,  Kara Perşembe!  Hiç beklenmedik bir şey oldu,  New York Borsası çöktü!

1929 Krizi Almanya’ya anında sıçradı - çünkü,  Alman sanayi ihracatla ayakta duruyordu ve ihracat  kesilince, sanayi durdu. 

Büyük Çöküntü, sakinleşmiş  gibi duran Alman siyasetini yeniden radikalleştirdi. Almanya’da o kadar çok  siyasi  parti ortaya çıktı ki,  parlamenter bir hükümet kurmak düpedüz imkansızlaştı.  Koalisyon şöyle dursun,  Reichstag’da, yani Alman parlamentosunda,  iki kişi bir araya gelip tek bir ortak  karar  alamıyor gibiydi.  1930’dan itibaren hükümet ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yürütmek durumunda kaldı.

Siyasi kaos  bir süre komünistlerin işine yarar gibi göründü, ama kargaşadan esas faydalanan Hitler’in Nasyonel Sosyalist Partisi oldu.  Şansölye Brünning  ekonomik krizle, işsizlikle uğraşadursun  Naziler, bir yandan olmadık  radikal çözümler önerirlerken, öte yandan da Almanların milli duygularına hitap eden söylemler geliştiriyorlardı.  Savaş mağlubiyetinin  ve ekonomik krizin faturasını “çözülmüş” gruplar dedikleri, komünistlere, yahudilere, hatta çingenelere çıkartan - “milliyetçi” demeye dilim varmıyor,  çünkü biz Türkler “milliyetçilik”in böylesini hiç bilmeyiz - “ırkçı” söylemler.  Öyle abarttılar ki, müziğin bile Almanya’ya uygun olanı, olmayanı oraya çıktı!

1932’de parlamentodaki en çok koltuk nazilerindi. Gerek generaller gerekse sağcı politikacılar,  düzeni bir tek Nazilerin sağlayacağını söylüyorlardı. Sonunda, 1933’de Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ikna edildi.  Brünning’i gönderildi,  yerine Hitler’i şansölyeliğe getirdi.

Şimdi... Kapitalizm ile ekonominin bürokratikleştirilmesinin özde çakışmayacağı, bir arada yürümeyeceği  yaygın bir kanıdır.  Ama derler ki, bu doğru olsaydı, Hitler rejiminin kapitalizmin sonunu getirmesi gerekirdi.  Ama öyle olmadı.  Tersine, 1933 sonrası meydana gelen gelişmeler  kapitalizmle bürokrasinin birbirlerini pek güzel tamamladıklarını gösterdi.  Hitler Almanyasında özel mülkiyete dokunulmadı ancak kullanım kesin olarak yönlendirildi.  Diğer bir deyişle, özel mülkiyet kaldı,  serbest piyasa ortadan kalktı.

Ağır sanayinin hareket alanı Nazi rejimin iç ve dış politikalarını etkileyemeyecek şekilde kısıtlandı.  Endüstri çok daha küçük ve birbirlerine bağlı bir grup tarafından yönetildi.

Bu bağlamda Nazi ekonomisinin siyasi iradeyle uzlaşan bir takım tekelci sanayicilerin hakimiyetine  geçtiğini söyleyebiliriz. Hitler kapitalistleri, kapitalistler Hitler’i kullandılar.

Hitler benzeri bir ilişkiyi  Junker’lerle de geliştirdi.  Junker’ler, Alman toprak ağalarıdır.

Naziler güvenebilecekleri yeni  bir  ağa sınıfı yaratmaya giriştiler.  700,000  çiftçiden oluşan güçlü bir ordu  kurdular. Junkerlerin arazilerine ipotek konamıyordu. Arazilerini istedikleri kadar büyütme hakkına sahiptiler. Ayrıca, ürünlerinin fiyatları devlet koruması altındaydı. Bütün bu uygulamalar küçük çiftçilerin aleyhineydi,  onların sırtından yürütülüyordu ama ne gam?!

Franklin Roosevelt’in  Amerika’da  yürürlüğe koyduğu altı-yapı inşaatı atağını Hitler’in daha etkili bir biçimde gerçekleştirdiğini görüyoruz.  Öyle ki, 1933’de işsizlik sorunu hemen tümüyle çözülmüştü.  Buna karşın  Hitler enflasyonun  başgöstermesini önleyemedi.  Baktı olmuyor,  1936’da fiyatları dondurdu. Hemen ardından sıkı bir plânlama ve denetim mekanizması yürürlüğe koydu.  Meselâ,  deri sanayinde,  bir  Deri Kontrol Ofisi  kuruldu. Deri Kontrol Ofisi  bir yandan deri fabrikalarına ham deri  sağladı,  öte yandan işledikleri derinin kime nasıl satılacağına  karar verdi.  Bu tabii  kontrol memurlarıyla fabrika sahipleri arasında sürekli pazarlık demekti. Fabrika sahipleri kotalarını arttırmak için tanıdıkları siyasileri araya soktular, rüşvet verdiler vs. vs.

Ham madde Hükümetin düzenlediği öncelik listesine göre taksim edildi.  Listenin başında ulusal güvenliğe yönelik faaliyetlerin gerektirdiği  hammaddeler vardı,  en sonunda da tüketim malları.  İlk bakışta makul gibi görünen bu durumun hiç de öyle olmadığı zamanla ortaya çıktı.  Benzin meselâ  öncelikle  Alman ordusuna tahsis edildiği için,  fabrikalara hammadde nakledilemez oldu. Fabrikalar birbiri ardına kapanmaya başladılar. Hükümetin öncelik listesini değiştirmesi de işe yaramadı.  Sonunda savaşın ortasında Hükümet listeyi iptal etmek zorunda kaldı.

Ekonominin merkezden belirli amaçlara dönük olarak idare edildiği durumlarda verimlilik hesaplarının gözardı edilmesi adettendir. Böyle durumlarda fiyatlar ekonomik anlamlarını kaybederler.  Kârlılık bir malın üretilip üretilmemesinin  kıstası olmaktan çıkar, fiktif bir kavram haline gelir. Almanya’da da öyle oldu.  Zarar eden fabrikaların kapanmasına izin verilmedi.  İşçiler her halukârda günlük  tayınlarını almayı sürdürdüler. Hitler daha da ileri gitti, işçi sendikalarını kapattı. İşçileri ayrı bir askeri kuruluş olan Çalışma Cephesinde birleştirdi. Gençliğe yılda altı ay çalışma mecburiyeti getirdi, kamplarda sıkı bir disiplin altında topladı.

Silâhlanma, özellikle hava silâhlanması, 1933’den beri sürüyordu.  Hitler, süregelen ekonomik kaosa bir açıklama daha getirdi:  ülke toprakları  Almanya’ya dar geliyordu.  Alman ulusunun daha fazla yaşam alanına (lebensraum) ihtiyacı vardı.  Lebensraum için en müsait topraklar da Polonya ve Rusya’daydı.

1936’da bir manevra ile Versailles antlaşmasının silâhsızlandırdığı Rhineland’a asker yığdılar.  1938’de döndüler, kadim müttefekleri Avusturya’yı Almanya’ya kattılar.  Aynı yıl, Çekoslovakya’yı parçaladılar.

Avrupa devletlerinin müdahalesi 1939’da Polonya’nın işgalinden sonra geldi. Hitler kendisini bir çok cephede savaşır buldu.  1941’de Amerika savaşa girince işler iyice çığrından çıktı.  Üç sene sonra 1944 Almanya çözülmeye başladı.  Nisan 1945’de Hitler intihar ettiğinde Almanya bir baştan öteki başa viraneye  dönmüştü.

Müttefikler doğu Almanya’nın çoğunu Polonya ve Sovyet Rusya’ya verdiler. Geri kalan Alman  toprakları İngiliz, Fransız, Sovyet ve Amerikan olmak üzere dört  bölgeye bölündü.  Sovyet bölgesinde  Alman Komünistlerinin oluşturduğu rejime Doğu Almanya dendi.  Amerikan, İngiliz ve Fransızların bölgeleri birleşti, Demokratik Alman Cumhuriyeti böyle kuruldu.

“Kondrad Adenauer’den olmasaydı,  Sovyetler Birliği iki Almanya’nın birleşmesine daha 1950’lerde izin verirdi” diyenler, bu savlarını Rusların Avusturya’nın bütünleşmesine o yıllarda müsaade etmiş olması keyfiyetine bağlarlar.  Ancak, 1949 Batı Almanya’nın şansölyeliğine getirilen - ve bu makamı 1963’e kadar elinde tutan, Adenaur, Hıristiyan Demokratların başı olarak koyu bir şüphecidir: şüphelendiği Sovyetlerin Almanya üzerindeki emelleri.  Bu nedenle,  Batı Avrupa ile sıkı bağlar geliştirir,  hatta Almanya’yı NATO üyesi yapar, 1955’de.  1958’de  sonunda Avrupa Birliği olacak oluşumun içinde yer almasını sağlar.

Adenauer,  Almanların gerçek isteklerini  Batı Almanya’nın temsil ettiği iddiasında ısrarcıdır.  Hür teşebbüs kapitalizmi Almanların istedikleri düzendir.

Şansölye,  Alman ekonomisini  diriltir,  gözalıcı bir ilerlemenin mimarı olurken,  kurallarıyla biraz oynanmış,  duruma uyarlanmış kapitalist yöntemleri kullandı.  Ticaret ve sanayi büyük ölçüde özel teşebbüsün elinde olmasına karşın, vergiler adamakıllı yüksekti ve elde edilen gelir geniş bir  sosyal hizmetler ağı  geliştirmekte kullanıldı.  İşçilere  çalıştıkları şirketlerin yönetiminde söz sahibi olmalarını  sağlayan 1951 kanunu da kapitalist bir uygulama sayılmazdı ama olsun.  Alman ekonomisi ayrıca Batı Almanya’ya  Polonya, Çekostavakya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde yaşamakta olup da geri dönen 10 milyonu aşkın Alman mültecisini de barındırdı. 

Konrad Adenauer’a 1963’te yol verilmiş olmasını, özellikle de birlikte çalıştıklarına karşı, sert mizacına bağlarlar.  Muhafazakar ekonomi politikaları kendisinden sonra gelen iki Hıristiyan Demokrat  şansöyle, Ludwig Erhard ve Kurt Georg Kiesinger, tarafından başarıyla sürdürüldü.

BUHRAN YILLARI  ve TÜRKİYE

Dünya kapitalist pazarı içinde yer almış Türkiye için bu buhranın etkilerinden kaçınmak imkânsızdı. Nitekim 1930’dan itibaren Türkiye iktisadi ve siyasi hayatındaki gelişmeler tekelci kapitalizmin buhranı ile yakından ilgilidir.

Cumhuriyet Türkiyesine yabancı sermaye girmediği için Batı kapitalizmine bağlılık daha çok dış ticaret kanalıylaydı. Bu yüzden buhran da etkisini dış ticaret yoluyla hissettirdi. Türk dış ticareti genellikle tarımsal ürün ve hammadde ihracına ve sanayi maddeleri ithaline dayandığı için, tarımsal ürünlerdeki büyük fiyat düşüşleri dış ticaret hacmimizi daralttı. 1929 yılının Türkiye açısından ikinci bir talihsizliği ise Lozan’da halledilemeyen dış borçlar sorununun, 1928’de Milletler Cemiyeti aracılığıyla halledilerek ödemelerin başlamış olmasıydı. Meselenin çözümleniş şekli Türkiye için bir başarı olmakla beraber, yıllık ödemeler genel bütçe harcamalarının %13-18’i gibi önemli bir kısmını yutuyordu.

Kapitalist dünya buhranının Türkiye’deki etkilerini inceleme, bu dönemde memleketimizdeki “devletçilik” uygulamasını incelemeyi gerektirir. Aslında bu uygulamalar karmaşık ve çok yönlüdür. İktisadi hayatı olduğu gibi, siyasi rejimi ve ideolojik gelişmeleri de ilgilendirir. Bu bakımdan “devletçiliik” açık bir kavram değildir ve fikir hayatımızda hâlâ devam eden bir çok karışıklıklara ve yanlış anlamalara yol açmıştır.

      İktisadi hayata devletin müdahalesi esasen çok eskiden beri vardı. Ancak iktisadi buhranla birlikte girilen dönemde bu müdahalenin uygulama alanı genişlemiştir. Türkiye ekonomisinde devlet müdahalesi çeşitli biçimlerde uygulanmıştır.

      Buhranla beraber tarımsal ürünlerin fiyatları düşmüş, ithal mallarımızın fiyatları ise yükselmişti. Bu durum bir taraftan dış ticaret hacmimizi daraltmış, diğer taraftan da çiftçilerimizin durumunu sarsmıştı.

      Dünya buhranı Türkiye’de genel fiyat seviyesini düşürmüştü. Bu durum bütçe gelirlerine de yansımış ve bütçe gelirleri 1929’da 224 milyon liradan 1933’te 205 milyon liraya kadar düşmüştü. Bu dönemde gümrük ayarlamalarının yapılmasına rağmen, gümrük vergileri de 1930’da 55 milyon liradan 1934’te 33 milyon liraya düşmüştü. Bu durum dış ticaretteki daralmadan ileri geliyordu. Nitekim ithalat değerimiz 1929’da 256 milyon liradan 1933’te 74 milyon liraya, ihracat değerimiz ise aynı dönemde 155 milyon liradan 96 milyon liraya düşmüştür. O zamanlar ithalatın büyük bir nisbetinin tüketim mallarına gittiği düşünülürse, buhranın Türkiye’deki etkisi “Bir avuç şehirlinin medeni ihtiyaçları için getirilen malları tüm toprak ürünlerimizle karşılayamamak” şeklinde ortaya çıkmıştı.

 


Etiketler: Hacmi, kapsama alanı ve süreci itibariyle modern dünyanın en ağır ekonomik buhranı 1929 Krizidir. Mali piyasalarda başgösteren bir büyük panik, haftalar içinde reel sektöre yansıdı. Zengin, fakir, yaşlı, genç demeden herkesi ama herkesi on yılı aşkın,


  Kategori: Ödevler

  Tarih: 20.4.2011 16:46:10

  Hit: 1301

  Yorum: 0

2310 kişi tarafından toplam 6854 puan verildi


Buraya Ait Yorumlar:

     Buraya Ait Yorum Bulunamadı!

Yorum Ekleme Formu:

 * Adınız Soyadınız : 

 * E-Mail Adresiniz : 

 * Yazıyla İlgili Yorumunuz : 

 * Güvenlik Kodu : 

Kelebek Hakkında

Kelebekhakkımda bilgi almak istiyorsan önce arkadaşım olmalısın

Kelebek'nın Sayfası - Kelebek'ya Mesaj Gönder

 Kelebek'nın Diğer Bilgileri

İsim: .
Yer: Türkiye/İstanbul
Cinsiyet: Bay
Medeni Hal: Bekar
Meslek: memur
Yazdığı Yazı Sayısı: 159
Yapılan Yorum Sayısı: 0

Kelebek'nın Son Yazdığı Yazılar

» Casus yunuslar gelecek savaşlarda rol oynayacak!
Ukrayna ordusunun gizli birimi casus yunuslar bomba kurma, mayın bulma ve deniz altı saldırıları ile Rusya tarafından yoğun ilgi görüyor. Ukrayna'nın casus yunusları ve fokları Kremlin emirleri altında yüzerek Rusya'ya iltica olduğu ortaya çıktı. S

Dünya'dan Haberler - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Başkasının işine karışmaz
eki, başkasından hamile kalmana kocan kızmadı mı

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Neden beyaz neden siyah..
Öğretmen derste anlatıyordu: - "Gelinler nikah töreninde neden beyaz giyer, bilir misiniz? Çünkü bu onun en mutlu günüdür

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Niye zehirleyeyim ki?
Bak karıcığım, ben ölmek üzereyim. Ölmeden önce sana bir itirafta bulunacağım. Seni aldattım, hem de bu evde senin yatağında

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Duvar
Kudüs'e atanan bir Amerikalı gazeteci, ağlama duvarının önünden gelip geçerken, bir musevinin her gün duvarın önünde diz çöküp dua ettiğini farketmiş

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Evlenirken neredeydin?
Adamın işi varmış, Ankara'ya gidiyormuş, tam uçağa binerken kulağında bir ses:

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Evli gibi
Tren kompartımanında üst yatakta yatan adam tam dalıp gitmek üzereydi ki, alt yatakta yatan orta yaşlı kadının sesi duyuldu:

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Eczacı baba
Kız erkek arkadaşını arayıp akşam yemeğe davet etmiş. Hem ailesiyle tanıştıracak, hem de ailesi dışarı çıktıktan sonra erkek arkadaşıyla birlikte olacakmış. Çocuk kız arkadaşının evine gitmeden önce bir eczaneye

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Sıraya geç
Bir adam sabah yürürken ilginç bir cenaze kafilesi farkeder; önde giden köpekli bir adam, arkasında iki tabut ve tek sıra olmuş yaklaşık 200 adam. Tuhafına gider

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Evli adam bekar adam
Bir düğün sofrasında bir bekar, bahtsızlığına hayıflanıyor:

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

» Erkekler ve Kadınlar
Yeryüzündeki herkes ölür ve Tanrı'nın huzuruna çıkarlar... Tanrı der ki

Evlilik/Flört - Kelebek'ın Diğer Yazıları

YASAL UYARI: 18.117.101.7 ip adresiyle defa ziyaret ettiğiniz sitemizde; 13 üyemiz tarafından 141 kategoride toplam 865 konu açılmış olup, bu konulara 4 mesajla, 14 yorum yapılmıştır; Sitemiz bir forum sitesi olduğundan kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay almadan anında siteye yazabilmektedir. 5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir. 5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi iletişim Formunu Doldurarak bize iletebilirsiniz, ilgilerinizden dolayı teşekkür ederiz.

© Copyright 2010 , www.kaybandi.com Tüm Hakları Saklıdır